Dün gece Sosyal Medya‘da konuklarım Bülent Somay, Başak Temel ve Levent Pekcan‘dı. Konumuz ise sanallık ve gerçeklik kavramıydı. Çok duyduğumuz, ne olduğuna dair çok fikrimiz olduğunu sandığımız bu kavramlara teknik ve felsefi yönleriyle baktık. Bence 116 bölümü geride bırakan Sosyal Medya program tarihinin en dolu, en ilginç fikirlere sahne olan bölümlerinden biriydi.
Twitter’da değil ama Facebook ve sözlüklerdeki yansımalarına bakarsak -en azından bizim yorum yapmaya eğilimli izleyici kitlemiz- pek yüz vermedi bu konulara. Olsun. Bu konunun televizyonda konuşulmuş olmasından bile fazlasıyla memnunum. İzleyici koltuğunda tespit yapmak kolay ama televizyon dediğimiz mekanizmada gelenekseliğin biraz ötesinde sohbet etmek bile artık ‘sıradışı’ ne yazık ki.
Sosyal Medya programı hakkında ayrıca bir yazı düşünüyorum ama bahsi açmışken esas meseleye girmeden bir geniş parantez daha açayım.
Sosyal Medya bir sohbet programı. Ürün incelemesi, web site tanıtımı, girişimci destekleme veya bunlar gibi hiçbir misyonu yok. Derdimizin özü medya dünyasının ‘en köklü ve yaygın tek yönlü mecrası’ televizyonda sosyal medya araçları kullanarak olabildiğince izleyicileriyle etkileşim kurabilen bir sohbet programı yapmak.
Kimi zaman konuları sosyal medyaya dair esnettiğimiz oluyor elbette ama asıl amaç sosyal medya muhabbeti yapmak değil. Yine de şu ana kadar sosyal medyaya dair pek üstünde durulmayan pek çok site, hizmet ve felsefik / sosyolojik / antropolojik yansımalara da ziyadesiyle baktık.
Bu böbürlenme kısmını başka bir yazıda yapacağım; burada kesiyorum.
Dün geceki programda konuştuğumuz konuların ana başlıklarını bir de burada ele alalım istedim. Amacım biraz da sizi de biraz düşünmeye davet edip, fikirlerinizi öğrenmek. Başlayalım:
- Sanal kavramı özünde ‘sanmak’ eyleminden besleniyor. Yani aslında var olan (belki de olmayan) ancak bizim varmışçasına; yani gerçek kabul ettiğimiz, hissettiğimiz, sandığımız şeyleri anlatıyor. Yani çoğunun kafasında canlanan ‘siber‘ (cyber) kavramından farklı.
- Buradan yola çıkarsak sanallığın içinde steril bir algıyı varsayıyoruz. Daha da ötesi her ayrıntısıyla etrafımızı kuşatan unvan, itibar, şan, şöhret, kariyer, cinsiyet, milliyet, aidiyet, taraftarlık gibi pek çok fiziki duvarın göğüs gerebileceği apayrı bir evren ve bileşenlerden söz ediyoruz.
Program boyu sorguladığımız da tam buydu işte: sanal dediğimiz şey gerçekten sanal mı, gerçek mi? Örneklerle somutlaştıralım:
- Facebook’ta ya da Instagram’da beğenilen bir gönderimizin bize verdiği haz sanal mı?
- Elektronik alemdeki etkileşimlerimizin bizde yarattığı izlenim bir illüzyonistin şapkadan çıkardığı tavşan kadar gerçekdışı mı? Sanal dünya tatmini bize gerçek dünyada da yaşama keyif ve enerjisi vermiyor mu?
- Buradan yola çıkarsak internet ve alt kümesi sosyal medyaya gönül rahatlığıyla sanal diyebilir miyiz? (bugün yüz milyonlarca kişi için mutluluk ve hüzün sanal etkileşimlerle tanımlı: çok RT alan bir gönderi mutlu ederken kimsenin takip etmediği bir profil hüzün verebiliyor. Biriyle yazışarak flört edip porno film izleyerek tatmin olmak bir grup için yeni normale dönüşmüş durumda. ‘Gerçek’ gerçeklik dediğimiz fiziki dünya o grup için fazlasıyla zor, zahmetli ve sıkıcı. Üstelik onların nüfustaki oranları, onlara hayret edenlerin oranını geçmek üzere)
- Güvenlikli siteler, manyetik kartlı, X-ışınlı, retina taramalı geçişler, ev ve işlerimiz arasındaki transit yollar gibi çizgilerle gerçek hayatın bizi mahkum ettiği yalnızlığın çıkışı mı arıyoruz?
- Buradan yola çıkarsak sanal dünyadaki gerçekliğin sınırı olabilir mi?
Programda paylaştığım bir videoya bakalım isterseniz:
Seyrettiğiniz 2012’de ABD’de Dr. Dre ve Snoop Dogg’a ait bir konserden. Sahnede gördüğünüz kişi 1996 yılında, 25 yaşında rakiplerinin tetikçileri tarafından vurularak öldürülen Tupac Shakur. Ya da daha bilinen ismiyle 2pac (bu yazıyı yazarken Facebook sayfasında 8,6 milyon hayranı vardı).
16 yıl önce ölen 2pac’ın 2012’de sahneye çıkaran neydi peki? Hologram teknolojisi (elbette).
Programda değindiğim meseleye dönelim şimdi: öldüğünü bildiği birini çılgıncasına alkışlayıp coşan yüz binlerce kişiyi nasıl açıklarız? Burada özelleştirmeyi de unutmayalım tabii ki. Yani 2pac konsere “Naber Coachella?” (konserin ismi) diyerek başlıyor. Önceden kaydedilmiş bir performans değil; özel bir içerikten bahsediyoruz. Özetle ‘gerçekte ölmüş birine sanal olarak yeniden can veriyoruz‘. Onun gibi dans ediyor, onun gibi söylüyor ve onun gibi coşturuyor.
En büyük ve en çok ses getiren Elvis ya da Cem Karaca konserini henüz kaçırmamış olabiliriz anlayacağınız!
Bir an için 2pac’ın öldüğünü bildiğimiz için onun sanal olduğunu aklımızın bir kenarında tuttuğumuzu düşünelim. Hani şu Cypher’ın Ajan Smith’e dediği gibi:
Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matrix’in beynime bunun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum.
- Peki ya 2pac konser gecesi ölmüş olsaydı? O hologramı izleyenler bunu anlayabilecek miydi? O sanal imge bir süreliğine de olsa gerçekliğin ta kendisi olmayacak mıydı?
- Sahne tasarımı mantığında gerçekte zaten dokunma şansımızın olmadığı kişilerin sanal olarak performans sunmasındaki sanallık sahiden yadırgatıcı mı? Pepee konserini unutmadık, değil mi?
Ya da Uzakdoğu’da hologram konserlerin gerçek bir çılgınlığa dönüştüğünü biliyor muyuz?
Barış Manço’nun bir hologram konserde yepyeni şarkıları yorumlamasını ya da kendi dönemine ait söylemediği şarkıları söylemesini seyretmeyi kesinlikle isterdim!
- Levent Pekcan’ın başlangıçta ‘Üstad-ı Azam’ Philip K. Dick‘ten alıntılayarak getirdiği tanım önemliydi: Gerçek inanmayı bıraktığında ortadan kalkmayandır. Ama şimdi giderek bu da esniyor, değil mi?
- Bahsettiğimizi konulardan biri de ünlü Fransız Sosyolog Jean Baudrillard ile popülerleşen (oysa kökeni Plato’ya kadar dayanan) simülakr (ilk defa duyduysanız muhtemelen yanlış okudunuz, bir daha deneyin) ve simülasyon kavramıydı. Bülent Hoca pek iltifat etmese de gerçeğin aslında yok olduğunu; her şeyin simalakrlarca ortaya çıkarılan gerçeğe dair bir simülasyonu olduğu görüşü de kafa yormaya değer.
- Kazanılan sanal unvanların gerçek hayata dahi kredi sunduğu örnekleri (basit bir örnekle) yerli / yabancı internet fenomenlerinin yaşamlarından görüyoruz. Bu yaygınlığın artacağına kimsenin şüphesi var mı? Örneğin tutkunları için Call of Duty oyununun Dünya Şampiyonu en az Justin Bieber kadar popüler. Bunu mecralara, sitelere, hizmetlere yansıtmak da mümkün.
- Kişisel eksende şöyle de düşünebiliriz: Artık gerçek isimleriyle yer aldığımız sosyal ağlardaki sanal biz, gerçek bizden ne kadar farklı? Duygularımız, düşüncelerimiz ve hayatımızdan kesitler içeren Twitter hesabımızı sanal kimlik olarak açıklayabilir miyiz?
- Ünlü Fütürist ve Mucit Ray Kurzweil en geç 2080 yılında elektronik depolama ve veri işleme teknolojimizin beyin gücünde bilgisayar üretebilecek duruma geleceğini savunuyor. Buradan hareketle beynimizin yedeğini alabileceğiz. Başka bir bakış açısıyla beynimizi başka bir yapıya da yükleyebileceğiz. Yani başka bir formda da olsa elektronik olarak sonsuza kadar düşünmeye, konuşmaya, algılamaya, karar vermeye; yani yaşamaya devam edebileceğiz. Evin içinde bir ekranda (ya da hologramda) belirecek ve gerçek dünyanın içinde kabuktaki hayalet misali varlığımızı sürdüreceğiz. Bunu istemez miydiniz?
- Yine Kurzweil’in dikkat çektiği bir konu nano-teknoloji marifetiyle şırıngayla damar yolumuza (yani vücudumuza) yerleştirebileceğimiz kadar küçülecek bilgisayarlar. İçimizde çalışan, bir şeyler yapan bilgisayar(lar) varken biz ne kadar insan ne kadar siborg (cyborg) olacağız? Bugünkü jargonla bizim de üretmeye başladığımız yapay kalple yaşamını sürdüren bir insan tam / gerçek insan mıdır?
- Daha geçen gün haberlere yansıdı. ABD Kongre Kütüphanesi Twitter’ı arşivlemeye hazırlanıyor. Bugün pek çok ağa dağılmış anılarımız, hayallerimiz, duygularımız, fikirlerimiz, yorumlarımız var. Yani bu elektronik bilgi kırıntılarıyla beyni yedeklenememiş kişileri de yıllar sonra dirilen 2pac gibi bu parçaları birleştirerek yeniden var edebilmek mümkün olacak!
Daha da uzatmadan büyük soruyla kapatalım: düne kadar sanal diye etiketleyip izole ettiğimiz şeyler gerçekliği yutuyor olabilir mi? Ve biz bu durumdan kabullenmek istemediğimiz bir keyif alıyor olabilir miyiz?
Ne diyorsunuz?
Görüşlerinizi paylaşın: