Teknolojinin toplumsal etkilerini gözlemlemek için kullandığım referanslardan biri (aynı teknolojinin köküne kibrit suyu ektiği) dergi kapakları. Bu yazıya niyetlendiğimde belge arşivimdeki TIME başlıklarını taradım. Onlar bile yaşadığımız süreci ve dönüşümü özetlemeye tek başına yeterli geldi.
28 Mart 1955 tarihli sayının yıldızı “Beyin” olarak adlandırdığı, bir odayı doldurmasıyla övünülen ve tek başına 25 bin matematikçiye bedel iş gören IBM’in “Elektronik Veri Hesaplama Makinesi: Model 702”. 1965 yılında bazı şirketlerin 200 bilgisayara sahip hale gelmesinden duyulan heyecanla “bilgisayarlar hızla yaygınlaşıyor” vurgusu var. 1978 kapağında 25 yıl önce bir odaya ancak sığanlara denk işleri beceren ve “mucize” olarak adlandırılan çipler bizi karşılıyor. “Bilgisayar Kuşağı” kapaklı 1982 yılında, evinde ve okulunda bilgisayar kullanarak büyüyen kuşağının vaat ettiği geleceğin heyecanını görüyoruz. 1993’te “siberpunk” kitlesinin ezoterik tınılara sahip “siberuzay”, “sanal gerçeklik”, “bilgisayar virüsü”, “sanal topluluklar” gibi kavramlarla bezeli dünyasına şahit oluyoruz.
1995’te “Evrenin Efendisi” olarak tanıtıldığı kapakta Microsoft’un 39 yaşındaki kurucusu Bill Gates huzura çıkıyor. Şöhretinin zirvesindeki Gates, dünyadaki her 10 kişisel bilgisayarın 8’ine yerleşmiş olmanın güveniyle “Windows 95” işletim sisteminin parlak geleceğinden dem vuruyor. IBM’in süperbilgisayarı Deep Blue’nun satranç üstadı Garry Kasparov’u yenmesinin şokuyla çıkan 1996 kapağında ise yapay zekanın atası sayılan Britanyalı bilimci Alan Turing’in “Makineler düşünebilir mi?” başlıklı makalesinden yola çıkan ve aynı sorunun izini süren bir konu karşılıyor bizi.
21. yüzyılda işler sarpa sarıyor, konular ekşiyor. Örneğin 2016’da “İnterneti neden nefret kültürüne kurban ediyoruz?” diye soruluyor. 2019 kapak konusu Silikon Vadisi’nin kıdemli yatırımcılarından Roger McNamee’nin imzasını taşıyor. O yıl yayımladığı “Facebook felaketinden uyanmak” altbaşlıklı kitabı “Zucked” ile epey ses getiren McNamee akıl, fikir ve sermaye verdiği Facebook’un nasıl bir canavara dönüştüğünü anlatan ağıtlar yakıyor. Gözünü açan vaka ise Donald Trump’ı ABD Başkanlık koltuğuna oturtan 2016 seçimlerinde dönen fırıldaklar (şu meşhur Cambridge Analytica meselesi).
Ne umduk, ne bulduk
İngiliz Bilgisayar Bilimci Tim Berners-Lee, internetin değilse de bizi internete bağlayan World Wide Web (WWW) yapısının mucidi. Dünyayı kökten dönüştürecek bu buluşu bilimsel meşrebi gereği 1989 yılında açık kaynaklı ve ücretsiz halde herkesin kullanımına sundu. Ardından kariyerini bir kenara bırakıp interneti yaygın ve saygın hale getirmeye odaklandı. 2009’da insanlığı geliştirecek web projeleri için bir vakıf kurdu. 2013’te internet erişiminin ulaşılabilir bedellere inmesi için ayrı bir oluşum hayata geçirdi. 2018 yılında esas tehlikeyi gördü: İnternet yaygınlaştıkça ağın yulara dönüşen ipleri küresel teknoloji devlerinin eline geçiyordu. Yeni mücadele alanı “kişisel veri hakları” oldu.
Oysa görünürde her şey iyi gidiyordu. Bill Gates hayalini gerçekleştirip “her masaya bir bilgisayar” yerleştirmeyi başarmış, Mucit Martin Cooper’ın 1973 yılında lik denemesini yaptığı cep telefonları hızla yaygınlaşıp akıllanarak milyarları internete çekmiş, bu rüzgarla ortaya çıkan Web2.0 ve sosyal medya uygulamaları da bu dev kitleyi birbirine bağlamayı başarmıştı. Sosyal medya bir yandan 15 dakikalık şöhretler üretirken diğer yandan Arap Baharı gibi toplumsal olaylarda belirleyici rol oynuyordu. Öyle ki 2009 İran seçimleri sonrası başlayan eylemlerin kilit taşına dönüşen Twitter, hizmette kesintiye sebep olması beklenen planlı bakım çalışmasını ertelemesi için ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından zorlanıyordu.
Sosyal ağların nüfuzunu farkeden baskıcı devletler bu platformları istihbarat ve manipülasyon amaçlı kullanarak oyunu lehlerine çevirdi. Muhalifleri kendi silahıyla vuran baskıcı yönetimlerin ikinci hamlesi troll orduları kurmak oldu. Seçimler hemen her ülkede sosyal ağlardaki yapay zeka destekli sahte hesaplarla ve manipülasyon kampanyalarıyla beyni yıkanmış seçmenlerin er meydanına döndü. Aynı taktik, aynı kişiler için marka – tüketici ilişkisinde de kullanıldı.
Çürüten medya
Küresel çaptaki dönüşümlerin izini sürmek için kullandığım bir diğer yöntem “yılın sözcüğü” adıyla seçilen kelimeler. Bu konudaki istikrarı ve tutarlı tespitleriyle tanınan Oxford Üniversitesi Yayınları, 2024 yılının sözcüğünü “beyin çürümesi” olarak belirledi. Bu terim, saatlerce kaydırdığı sosyal medya ekranında, binlerce faydasız paylaşıma maruz kalan zihinlerin halini tarif ediyor.
Sosyal medyaya has; hatta yeni bir kavram bile değil üstelik. İlk kullanımı ABD’li Yazar Henry David Thoreau’nun 1854’te basılan “Walden Gölü” kitabında kayda geçmiş. Sivil itaatsizlik uğruna yerleştiği (ve ancak 5 yıl dayanabildiği) kulübesinde toplumun entelektüel çabasındaki düşüşle dertlenen Thoreau şöyle soruyor: “Patatesin çürümesine bile çözüm bulmuşken, çok daha yaygın ve ölümcül beyin çürümesine kimse çare bulamayacak mı?”.
Aynen dergi kapakları gibi yılın sözcüklerini belirleyen kurumların seçkilerini her yıl biraz daha “teknoloji” teması kaplıyor. Belki bir göl kenarında (story paylaşımından sonra) insan kendine sormalı: “Bunca güzel hayal ve umutla hayata geçen böylesi bir potansiyeli hangi ara ve neden böyle bir istismara alet ettik?”.
Yoksa söylenenin aksine başka bir dünya mümkün değil miydi?
(29 Kasım 2024 tarihli Oksijen gazetesindeki yazım.)
Görüşlerinizi paylaşın: