Bu yazıda birkaç ay içinde dünyanın her yerinde gündemin ilk sırasına oturan; dolayısıyla çok konuşulan ancak gözlemlediğim kadarıyla birçok bilgi eksikliği veya tutarsızlığına da sahne olan salgın hastalık COVID-19 hakkında öğrendiklerimi derleyeceğim. Bunu yaparken mümkün olduğunca (güvenilir olduğunu düşündüğüm) kaynaklarımı da bağlantılarda paylaşacağım. Kolayca tahmin edeceğiniz sebeplerden ötürü bu kaynakların büyük bölümü Türkçe olMAyacak. Şahsen yapabileceğim o yazılardan kesitler, anafikirler sunmakla kısıtlı. Aynen de öyle yapacağım.
Ben de pek çoğunuz gibi bu konularda herhangi bir uzmanlığa sahip değilim. Ancak hayatımı(zı) bu kadar etkileyen bir konuda kendimi bilgiye her zamankinden daha aç hissediyor ve doyamıyorum.
Uzun lafın kısası: Bu yazının bir iddiası yok. Bir bilgi paylaşımı olarak okuyun lütfen.
CoronaVirus, COVID-19, Corona…
Öncelikle terimleri kafamızda yerli yerine oturtalım:
‘Corona’, Latincede ‘taç’ anlamına geliyor. Hani şu kralların, kraliçelerin taktıklarından. Ancak daha çok Güneş ve benzeri yıldızların etrafındaki ışık huzmelerini (hareleri) tanımlamak için kullanılıyor. Hristiyan sanatında İsa Peygamber ve havarilerinin başlarının üstünde resmedilen çemberler de ‘corona’ olarak anılıyor.
Hastalığa yol açan virüsün de bu şekilde anılmasının sebebi, elektron mikroskobu altındaki görünüşünün benzeri bir şekle sahip olması.
Dolayısıyla hastalığa yol açan virüsün ismi Corona. Daha genel kullanımıyla CoronaVirus. Sebep olduğu hastalığın kısa ismiyse COVID-19. İsmin kökeni Corona Virus Disease (Corona Virüsü Hastalığı) kelimelerine, hastalığın keşfedildiği 2019 yılının kısaltmaları. Tıbbi camiadaki tam ismiyse: ‘Severe Acute Respiratory Syndrome Coronavirus 2’. Ya da kısaltmasıyla ‘SARS-CoV-2‘.
İlk kısmı pek çoğunuza tanıdık gelmiş olmalı: SARS.
İlk olarak 2002-2003 yılları arasında (yine) Çin’de ortaya çıkan, 2012 yılında Ortadoğu’da MERS adlı türeviyle hortlayan hastalığın bir diğer türevinden söz ediyoruz anlayacağınız.
SARS da aynen COVID-19 gibi bulaşıyordu. Yine onun gibi yüksek ateş, kas ağrısı, boğaz yanması türünden -geleneksel- grip belirtileriyle ortaya çıkıyor ve aynı şekilde gibi elleri yıkamak, vücut salgılarından uzak durmak gibi önlemlerle uzak tutulabiliyordu. Tedavi sürecinde negatif basınçlı odalarda ateş düşürücü (antipiretik) ilaçlar, steroidler ve gerekli durumda solunum cihazı kullanılarak tedavi ediliyordu. İlginç bir şekilde SARS hastalığının bir aşısı hala yok. Ve şu güne kadar 5 bin 327’si Çin’de olmak üzere dünyanın 29 ülkesinde toplam 8 binden fazla vaka kayıtlara geçmiş durumda.
CoronaVirus nereden çıktı ve yayıldı?
Bugün gündemi işgal eden COVID-19 (SARS-CoV-2) hastalığının iki taşıyıcısı var. İlki yarasalar. İkincisiyse Afrika ve Uzakdoğu’da yaşayan (derisi pulla kaplı tek memeli) pangolin adlı hayvan. Yapışkan ve uzun diliyle avladığı karıncalarla beslenen pangolin, tırnaklarımızın da ana maddesini oluşturan keratinden oluşan pullu doğal zırhıyla en yaman yırtıcıların bile baş edemediği, çetinceviz bir canlı.
Buna rağmen pangolin soyu tükenmek üzere olan canlılar arasında yer alıyor. Çünkü peşinde doğanın EN yırtıcı hayvanı var. Özellikle Japonlar ve Çinliler tarafından yenilmek ve (kıymetli derisi yüzünden) satılmak amacıyla en çok avlanan hayvan türlerinden. Çin’de kocakarı ilacı için de hayli yaygın bir kullanıma sahip.
Yarasa ise Çin’in bazı bölgelerinde ÇOK uzun zamandır yenen hayvanlar arasında. Hastalığın ilk görüldüğü Çin’in Wuhan kenti, bahsi geçen her iki hayvanın da satıldığı bir hayvan pazarına ev sahipliği yapıyor. CoronaVirus’ün de bu hayvanları kesip parçalayan kasap ve pazarcılardan yayıldığı öne sürülüyor.
Aşağıda videoda salgın öncesi söz konusu pazarda yapılmış bir çekimi görebilirsiniz. Bu sayede Çin mutfağında neredeyse HER TÜR CANLININ gıda olarak algılandığını hatırlamış oluyoruz.
Tam bu noktada bir konuya dikkat çekmek istiyorum. İnternette ya da fiziki dünyada fare yedi, yılan yedi, yarasa yedi diye Çinlilere hakarete varan -hatta bazan direkt hakaretle başlayan- yorumlara denk geliyorum.
Bu türden kültürel gelenekler, adetler, mutfakları eleştirmek kişiyi bir anda Kurban Bayramı’nda “hayvanları gırtlaklayıp kesen vahşiler” şeklinde hayıflanan, hatta “Et yiyenler katildir” diye yakınanlarla aynı kefeye koyabilir. Yenen ve kimi zaman yenmeyen şeylerin coğrafi, kültürel, hatta kimi zaman dini birçok kökeni vardır. Dini gereği domuz eti yemeyen bir Yahudiye “Ama bacon çok lezzetli, yesen sen de seversin” denmez. Bir Yahudi’nin bir Hristiyan’a “Neden domuz yiyorsun, günah” diyemeyeceği gibi. Ya da dini gereği hayvan kurban eden bir Müslüman’ın vahşet yapmakla suçlanamayacağı gibi. Bazen yemek sadece yemek değildir.
Örneğin aynı mantıkta birisi çıkıp “Kardeşim siz de bağırsak, işkembe yiyorsunuz, pistir, iğrençtir! Başka şey mi kalmadı yiyecek?” gibisinden şeyler söylese verilebilecek cevap yok (“Ben yemiyorum” demek de bir cevap değil. Emin olun yukarıda izlediklerinizi ağzına sürmeyen yüz milyonlarca Çinli vardır).
Beslenme kültürü coğrafya ile yakından ilişkilidir. Çevrenizde ne varsa onu yersiniz ve kültüre dönüşür. Örneğin Bulgar mutfağında kuyuda leopar dolması diye bir yemek yok. Tadını sevmediklerinden değil; doğalarında leopar olmadığı için.
Bu salgının kimilerine hatırlattığı, anıları hala taze bir diğer salgın hastalıksa Kuş Gribi. Ateş ve solunum yolu rahatsızlıklarıyla belirti veren ve öldürücü etkileri olan (ve yüzlerce insanı öldüren) bu hastalık da yabani kuşlar ve tavuklardan insana geçiyor. İşin acısı, sürekli form değiştirdiğinden gerçek anlamda bir aşısı -hala- yok. Bu sebeple tespit edildiği hayvanlar doğrudan imha (itlaf) ediliyor (Kuş Gribi, ‘ihbar edilmesi gereken’ hastalıklar kapsamında).
Türkiye’de de epey gündem işgal eden bu hastalık yüzünden özellikle tavukçuluk sektörü neredeyse tamamen endüstriyelleşmiş ve daha kontrollü (sağlıklı) ortamlarda üretim ve tüketim yapılması sağlanmıştı. Aynı şey şüphesiz çok uzun zaman önce Çin’deki bu tarz pazar yerleri ve kasaplar için de yapılabilirdi. Fakat Çin’i ziyaret etmiş biri olarak bunun HİÇ kolay olmadığını söyleyebilirim.
Bir acı kahvenin, milyonlarca mağduru olabilir
Ek Bilgi: 2002 yılında yine Çin’de başlayan bir salgın dünyayı etkisi altına almıştı. Aslen yarasalarda bulunan SARS virüsü insanlara bulaşmıştı. Bunun kaynağı araştırılırken çok ilginç bir gerçek ortaya çıkmıştı. Buna göre ilk hastalar bu virüsü Afrika ve Asya’da yaşayan bir tilki türü olan ‘civet’ten kapmıştı (‘sivet‘ şeklinde okunuyor).
Peki bu vahşi hayvan hangi vesileyle insanlarla bir araya gelmişti? Elbette, o da avlanıp yeniyordu. Ama civet ve insan ilişkisi bununla sınırlı değil.
Bu hayvanın bir diğer özelliği dünyanın en meşhur ve pahalı kahvesi ‘Kopi Luwak‘ın da kaynağı olması. Oysa tilki ve kahvenin alakası nedir, değil mi?
Vietnam ve Filipinler’de yaşayan civetlerin en sevdiği besinlerden biri de kahve çekirdeği. Nasıl keşfedildi gerçekten bilemiyorum ama birileri de bu hayvanın dışkısından o kahve çekirdeklerini ayıklayıp, kavurup kahve demlemeyi akıl etmiş. Ve bu ÇOK beğenilmiş. Kahvenin aroması tilkinin sindirim sistemi salgılarıyla karışınca çok nefis oluyormuş.
Öyle ki bu yöntemle elde edilen meşhur Kopi Luwak kahvesinin kilosu 1.600 dolara kadar çıkıyor (bir bardak içeyim de tadını bileyim derseniz, o da tam 100 dolar!).
Elbette gerçeğini bulabilirseniz. Çünkü piyasada bu isim ve fiyatla satılan kahvelerin yüzde 80’i sahte. Kalan yüzde 20’siyse doğal yollardan değil; gün boyu kafesler içinde sürekli ve zorla kahve yedirilip dışkılatılan Luwak adlı civetgillerden elde ediliyor.
İnsanoğlu her açıdan garip.
Komplo Teorisi: Böylesine küresel ve bilinmezlerle dolu bir vaka komplo teorilerinden muaf kalamazdı elbette. Şimdiden niceleri havada uçuşuyor. İçlerinden biri kulağa gayet hoş ve mantıklı geliyor. Ben de ona değineyim.
Çağlar öncesini hatırlatan bu hayvan pazarının yer aldığı ve CoronaVirus’ün insanlara geçtiği Wuhan şehri, aynı zamanda dünyanın 4. derece biyogüvenliğe sahip ilk viroloji laboratuvarına ev sahipliği yapıyor: Wuhan Viroloji Enstitüsü.
‘Viroloji’, virüsleri ve özelliklerini inceleyen bilim dalı. Bu organizmaların hücreye nasıl yerleştiğini araştırıyor. 4. derece biyolojik güvenlik, bu alandaki en yüksek önlemi ve en ileri teknolojiyi temsil ediyor. Gerekli şartlar arasında tesisin kendine özel ve güvenlik kontrollü yolu olması, yerleşkenin ve laboratuvarların içine sadece izni olan kişilerin ve mutlaka özel kıyafetler giyerek, bir dizi arındırma işleminden geçerek giriş-çıkış yapılabilmesi gibi çok uzun bir liste var.
Bazı iddialar CoronaVirus’ün Çin Bilim Akademisi’ne bağlı bu tesiste üretilip salındığı üstüne. Fakat bu iddia aşağıdaki iki ana gerekçeyle reddediliyor:
- Çin böyle bir virüs üretebilecekse, onu neden bu laboratuvarın dibinde yaymaya başlasın? Dahası dünyanın her yerine kolayca taşıyabileceği bir virüsü neden kendi ülkesine musallat ederek işe başlasın? (Kendi kırılgan ekonomisini çökertmek uğruna!)
- Dahası, bu virüs bir biyolojik silah olarak da son derece etkisiz. Çünkü bu kategorideki emsallerine kıyasla bulaşma hızı ve öldürücü etkisi çok düşük. (Bir biyolojik silah değil ama geçtiğimiz yıllarda başımıza dert olan -hani şu kene ısırmasıyla insana geçen- Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı yüzde 50 öldürücüydü. COVID-19’da ölüm oranı yüzde 3 civarında. Teşhis sayısı arttıkça bu oran da belirgin olarak düşecek.
Biyolojik silahları böyle merhametli sanıyorsanız, üzgünüm ki değiller. İnsan yapımı oldukları için onlar çok daha acımasız ve öldürücü.
Özetle Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’nün Twitter çıkışıyla ve bir Solunum Yolu Uzmanı’nın basın toplantısıyla iddia ettiği gibi bu virüsü ABD’li askerlerin bir spor etkinliği vesilesiyle Çin’e getirdiği ne kadar akıl almaz ise, CoronaVirus’ü bizzat Çin’in imal ettiği iddiası da o kadar mantık dışı. (Komplolar ve komplo teorileri benim de fena halde ilgimi çekiyor; hatta hoşuma gidiyor ama mantığı elden bırakmamakta fayda var. Hakikatin anlamsızlaştığı ‘post-truth’ çağında dahi bu tavır anlamlı ve gerekli.
O hayvan pazarı ve viroloji laboratuvarının aynı şehirde yer alması ironik bir tezahürdür en fazla.
Akılcı yoldan ilerlersek varacağımız noktayı, hayatını hayvanlardan insanlara bulaşan hastalıklara adayan Dennis Carroll aktarıyor. Carroll, 10 yıldır devlet (ABD) desteğiyle 8 yıl boyunca 30 ülkede yönettiği (ve Başkan Donald Trump döneminde önce kaynakları kesilen, ardından kapatılan) PREDICT adlı program çatısı altında birçok önemli bulguya ulaşmış (PDF).
PREDICT kapanınca Dennis Carroll, Global Virome Project adlı bir çatı kurarak önümüzdeki 10 yıl içinde hayvanlardan insanlara geçerek dünyayı etkisi altına alacak yeni küresel salgın hastalıklar üzerine kafa yormaya başlamış. Neden böyle bir şey yaptığını anlamak için Science Animated kanalının hazırladığı şu videoya bakalım:
- Hastalıklarımızın yüzde 75’inin asıl kaynağı hayvanlar.
- Hayvanlardan insanlara taşınabilen 500 bin farklı virüs var.
- Bu virüslerin türler arasındaki taşınma oranı her geçen gün artıyor. Tespit ve tedavi yöntemlerinin maliyeti de öyle.
İşte Global Virome Project bu tip virüslerin, onların sebep olduğu hastalıkların ve edinilen belge, bulgu ve bilgilerin dünyanın her yanındaki ilgili kişilerle paylaşılması esasına dayanıyor.
Dolayısıyla Carroll, uzun bir süredir bugün adına COVID-19 dediğimiz şeyi bekliyor ve tedbirler üzerine çalışıyordu (yarasalardan insana geçebilecek öldürücü hastalıklara yönelik uyarıları 2018 yılı ve öncesine dayanıyor. “Yayılmadan öngörüp engellemek, başladıktan sonra müdahale etmekten her zaman daha düşük maliyetlidir.” gibi meşhur ve haklı bir tespiti var).
Carroll da CoronaVirus’ün Wuhan’daki hayvan pazarından yayıldığını düşünüyor. Ancak sanıldığı gibi onu yiyenlerden değil. Zira pişirme işlemi virüsü öldürüyor. Bu transferin o hayvanların dışkılarından ve pazar yerindeki kesip biçme, alıp-verme, taşıma süreçlerindeki temastan kaynaklandığını öne sürüyor (Hemen herkesin üstünde mutabık kaldığı nokta bu hayvan pazarı).
Hayvanlardan virüs yoluyla insanlara bulaşan salgın hastalıklar 1940’larda dahi vardı. Ancak artan nüfus sebebiyle hayvanların doğal yaşam alanlarını o kadar işgal ettik ki, bu iç içe olma durumu bu tip salgınların sayısını her geçen gün arttıracak.
Dennis Carroll
Carroll bu salgına bağlı vakaların büyük ihtimalle dönemsel olarak azalarak gündemden düşeceğini söylüyor. Ancak bu hastalığın yayılmasının durduğu anlamına gelmiyor. Zira aynı geleneksel grip virüsü gibi yaz aylarında bedenimizde yaşayamaya devam ederek kışın harekete geçme ihtimali var.
Lafı geçmişken; CoronaVirus hava ısınınca / yaz gelince ölmüyor. Sadece sıcaklık ve rutubetten dolayı yaz aylarında yayılımı yavaşlıyor.
Özetle: “Bunun gelişi belliydi, daha pek çok benzeri gelecek. Dikkatli ve tedbirli olmakta fayda var.” diyor Carroll.
Şu an ne durumdayız?
COVID-19’un en tedirgin edici yanlarından biri de pek de kestirilemeyen yayılma / bulaşma hızı.
Bu hızdaki önemli etkenlerden biri de hastalığın normalde çok hafif belirtilere sahip olması. Virüs taşıyan ve hasta olan pek çok kişi bu yüzden süreci hafif kırıklıklar yaşayarak atlatabiliyor. Fakat yine de taşıyıcı hale geldiğinden yayılımın hızlanmasını arttırıyor.
Aşağıdaki videoda (02:48) CoronaVirus’un vücuda girdikten sonra hücreye nasıl sızdığını ve ardından kendini bu hücreleri çalıştırarak nasıl çoğalttığını basit bir şekilde görebilirsiniz.
Sürekli tekrarlandığı gibi en riskli grup 60 yaş ve üstündekiler. Sebep olarak düşen vücut direnci, zayıflayan bağışıklık sistemi ve organ yetersizlikleri gösteriliyor. Somut bir örnek vermek gerekirse Şubat ayı itibarıyla Çin’de bu hastalık yüzünden hayatını kaybedenlerin yüzde 14,8’i 80 yaş ve üstündeydi. İtalya ve Güney Kore’de 60 yaş altında hayatını kaybedenlerin oranı yüzde 0,2 ve 0,4 oranında. 40 yaş altındaki hiçbir hastada ölüm yaşanmadı.
Başlangıcından bu yazıyı yazdığım 15 Mart 2020 tarihi itibarıyla hastalığın seyri şöyle oldu (Güncel hali için kaynak).
Çin, CoronaVirus’ü tespit ettiği anda araştırmaya başladı, parmak izi ya da kimlik kartı diyebileceğimiz RNA’sını çıkartarak bu bilgiyi bütün dünyayla paylaştı. Amaç dört bir koldan teşhis ve tedaviye yönelik çabaları kolaylaştırmaktı. Bu, kesinlikle faydalı oldu ancak o tarafta işler hayal ya da ümit edilen kadar kolay değil.
Genellikle sağlık personeli, yoğun bakım ya da solunum cihazı eksikliklerinden bahsediliyor ancak teşhis süreci dahi başlı başına problem. Pek çok ülke ve hastanede vaka sayısıyla orantılı teşhis cihazı bulunmuyor. Bazılarında hiç yok bile. Bu durum çalışmaların her anlamda hızlanmasını tetikledi.
İnceleme için ağız ya da burundan alınan sıvı örneği kullanılıyor. Kan örneğinden de tahlil mümkün ancak bunun için 2 hafta arayla alınmış iki farklı örneğe ihtiyaç duyuluyor.
Öte yandan İsviçleri ilaç şirketi Roche, ABD’nin sağlık ve gıda alanındaki regülasyon kurumu FDA’den cobas 8800 kodlu tanı cihazında çalışacak yeni bir teşhis kitinin hızlandırılmış onayını aldı. Bu yeni donanım PCR tabanlı mevcut tahlil hızını 10 katına çıkarıyor (test 3,5 saatte tamamlanıyor). Bu da cihaz başına günde 4 bin 128 örneğin incelenebilmesi demek.
Antikor temelli teşhislerse test sonuçlarını çok daha kısa sürede sunmayı hedefliyor. Örneğin Güney Koreli PCL, 10 dakikada CoronaVirus testi yapabilecek cihazıyla ülkenin sağlık bakanlığına başvurdu.
Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın açıklamalarına göre 10 Mart 2020 itibarıyla Türkiye’de 2 bin 900 CoronaVirus testi gerçekleştirilmiş. Hasta sayısı ise 5.
Aşı veya ilacı olacak mı?
CoronaVirus’e karşı aşı geliştirme çabası dünyanın dört bir yanında sürüyor. Çünkü keşfedilecek bir tedavi yöntemi hastalar için hayatta kalma, devletler için ekonomik çöküşü önleme, bulan şirketler içinse milyarlarca dolar gelir anlamına geliyor.
Bu alandaki en iddialı söylem İsrail Bilim ve Teknoloji Bakanı Ofir Akunis tarafından duyrulan ve ülkenin MIGAL adlı enstitüsünde geliştirilen aşı oldu.
Enstitü, 4 yıl önce kümes hayvanlarını etkileyen bronşit virüsüne karşı bir aşı geliştirmek için çalışmaya başlamış. Başarıya ulaşan bu tedavi yönteminin temelini (belki biyoloji derslerinden hatırlayacağınız), bizzat CoronaVirus’ün yerleşme taktiğini oluşturan endositoz oluşturuyor. Ağız yoluyla verilen aşı, mukoza dokusu üzerinden yeni bir protein temelli bileşeni dağıtıyor ve otomatik olarak tetiklenen endositoz ile vücudumuz bu virüsü öldüren antikoru üretmeye başlıyor. Virüsün yapısı değişirse aşı da güncellenerek aynı şekilde uygulanabiliyor.
Paralel olarak ABD’den Japonya’ya onlarca şirket ve üniversite benzer çalışmalar yürütüyor (PDF). Janssen, Sanofi, Moderna gibi bu alanda isim yapmış firmalardan umut veren açıklamalar gelmeye devam ediyor. (Çin ve Güney Kore yetkilileri bazı antiviral terapi tavsiyelerine de sahip.)
Ne var ki dip toplamda -her gün bu hastalıktan dolayı yüzlerce ölüm haberi almakta olduğumuz- şu an için test edilip onaylanmış hiçbir tedavi yöntemi yok.
Arabaşlığın cevabına gelirsek; COVID-19’un bir aşısı veya ilacı olacak mı belli değil. Ancak şu an dünyanın bilgi, enerji, zaman ve parasının önemli bir bölümü bunun için çabalıyor.
Belirtileri neler?
Ne olduğuna, kökenine, yayılma şekline ve tedavi çabalarına dair epey bilgi edindiğimize göre kendi derdimize düşme sırası da geldi. COVID-19 belirtilerini belki çok okudunuz, duydunuz ancak bu yazıda da yer alması kaçınılmaz.
Yukarıda birkaç yerde değindiğim gibi COVID-19’u sıradan bir nezle, grip ya da soğuk algınlığından ayırmak güç. Vakalarda görünen belirtiler -en sıktan en seyreğe- şöyle:
- Yüksek ateş.
- Kuru öksürük.
- Yorgunluk.
- Balgam.
- Nefes darlığı.
- Kas ve eklem ağrısı.
Belirtiler baş ağrısı, titreme, ishal gibi uzayıp gidiyor ancak çok daha az vakada rastlanmış. En ortak tema teşhis konan hastaların yüzde 87,9’unda görülen yüksek ateş ve yüzde 67,7’sinde gözlenen kuru öksürük. (PDF)
Nasıl korunacağız?
Öldürücü fakat henüz aşısı, ilacı olmayan bir hastalıktan korunmak, hayatta kalmak adına kesinlikle akıllıca. Neyse ki bunun için yöntemler uygulanma adına oldukça kolay. Ama sadece kağıt üstünde! Bakalım:
- Kişisel temizlik:
- Ellerinizi sabunla ve en az 20 saniye sürecek şekilde, her yüzeyi temizleyecek şekilde yıkayın, temiz tutun. Sabun, sandığınızdan çok daha etkili ve emsallerine kıyasla çok daha yaygın ve ekonomik bir korunma yöntemi.
- Kamuya açık alanlardaki yüzeylere dokunmak zorunda kalırsanız mümkünse ellerinizi yeniden yıkayın.
- Mümkünse eldiven takın. (ve elbette örneğin merdiveni tuttuğunuz eldivenle simit yemeyin.)
- Maskeler (piyasada popüler olan türleri dahil) hastalığa karşı korumuyor. Ancak hasta olduğunuzdan şüpheliyseniz bunu başkalarına bulaştırmamak için takın.
- Yüzde 60 ve üstü alkol içeren dezenfektan ve kolonya kullanın.
- Başkalarıyla paylaştığınız her ortamda ekstra dikkatli olun.
- Aksırık, öksürük gibi eylemlerde kolunuzla (Elinizle değil! Kolunuzla!) ağzınızı kapatın.
- Yere tükürmeyin. Unutmayın; siz bir insansınız.
- Sosyal mesafe: Gözlemlediğim kadarıyla Türk insanı için en zor mesele bu ‘sosyal mesafe’. Sokakta, sırada, orada, burada insanlarla aranızdaki boşlukları temsil ediyor. Örneğin sıraya girdiğinizde aranızda en az 1 metre mesafe olsun deniyor. Kaynak cinayetleri için kuluçka gibi. Alışırız umarım.
- Kişisel karantina: Mümkünse kalabalık ortamlardan sakının. Evinizde kalın. İşiniz ve işyeriniz izin veriyorsa (sıkça havalandırılan) evinizden çalışmayı tercih edin. Bu dolaylı olarak çevrenizi de korur. İşyeri ve okulda da kapalı mekanları sıkça havalandırın.
- Kendinizi rahatsız hissettiğiniz durumlarda insanlarla teması kesin. Belirtilere göre tahlil için de başvurabilirsiniz ancak paylaşımlara göre Türkiye’de kısıtlı kaynaklar yüzünden şu an sadece yurtdışından gelenlere ve ağır hastalara bu testler uygulanıyor.
- Mümkünse seyahat etmeyin ve topluca yapılan eylemlerden kaçının.
- Risk grubundaki yaş aralığındakilerden uzak durun. Sizin kadar dirençli olmayacaklardır.
- Gereksiz tüketim ve istifçilik yapmayın. Temel ihtiyaçların üretim ve dağıtım kanallarında bir sorun yok. Hammadde sıkıntısı da yok. Ancak ülkeler arası sınırların, ithalat ve ihracatın ekstra önlemlere tabi oluşu, Çin başta olmak üzere bazı ülkelerde fabrikaların üretime ara verdiği düşünülürse mantıklı bir temkin akıllıca olacaktır.
- Direncinizi koruyun, bağışıklık sisteminizi güçlü tutmaya çalışın. Vitamin, mineral, gıda takviyesi, dengeli beslenme gibi konuları mümkün olduğunca gündeminize alın. CoronaVirus bünyenizde zayıf bir anınızı bekliyor olabilir. Ya da bu virüsle direncinizin düşük olduğu bir zamanda karşılaşabilirsiniz.
Bundan sonra neler olabilir?
Çoğu kişi -haklı olarak- hastalığın kendine odaklansa da bu tip küresel salgınlar tarihte her zaman çok daha fazla şeyi değiştirmiş.
Örneğin COVID-19 sebebiyle uygulanan karantinanın geçtiğimiz günlerde sona ermesinin ardından Çin’de boşanmak için mahkemeye başvuranlarda patlama yaşandı.
Kapitalist dünya, büyük bir hırs ve aşkla inşa ettiği küresel egemenliğini esasında ne kadar kırılgan temeller üstüne yerleştirdiğini fark etti. Birbiriyle bu kadar iç içe geçmiş, bağımlı hale gelmiş ve bütünü üretebilmekten çok parçaların parçasına dönüşmüş ülkelerden oluşan insanlık, mikroskobik bir virüs ile neredeyse havlu atmak zorunda kalıyor.
Küresel salgın COVID-19, 1918 – 1920 yılları arasında yaşanan bir başka salgını da yeniden gündeme taşıdı: İspanyol Gribi.
İlginç bir ayrıntı olarak bu salgın, adının yaptığı çağrışımdaki gibi İspanya’da değil, ABD’de ortaya çıkmıştı. I. Dünya Savaşı’ndaki ülkeler halklarının morali iyice bozulmasın diye salgını gizlemiş ancak savaşa girmeyen İspanya salgını fark edince duyurmaktan çekinmemişti. İsmi de bu yüzden İspanyol Gribi olarak kaldı.
Bazı şeyler hiç değişmiyor.
100 yıl kadar önce, geleneksel griplerden 50 kat daha bulaşıcı bir virüsle ortaya çıkarak sadece 2 yıl içinde dünya nüfusunun yüzde 2’sini yok eden bir salgın düşünün. Bugünkü Dünya nüfusuyla oranladığımızda 150 milyon ölü insan demek oluyor! (Kurtulanlar ağır depresyon, saç ve diş dökülmeleri yaşamış; bir kısmıysa kalp krizi ve felç geçirmiş.)
Parçalanmış aileler, öksüz ve yetim kalmış çocuklar ve çöken ekonomiyle darmadağın olan sistem ilk olarak sağlık sistemini iyileştirerek dönüşümü başlatmış.
1347 – 1351 yılları arasında Avrupa’yı kelime anlamıyla kırıp geçiren ve dünya genelinde kimi iddialara göre toplam 200 milyon kişinin ölümüne yol açan; toparlanması 100 yıldan fazla alan veba salgınını da unutmayalım (Kara Ölüm denen bu salgın da ilginç bir ayrıntı olarak yine Çin’den Avrupa’ya taşınan pirelerle yayılmıştı.)
Vebanın kırdığı insanlığın zihninde yaşanan dönüşüm ve sonuçlarını anlamak adına bir ara aşağıdaki programı izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. ABD / Rutgers Üniversitesi’nden Dr. Nükhet Varlık, bu salgının Osmanlı’da (ve dünyadaki) beklenmedik etkilerini ve sonuçlarını anlatıyor. Aynı programın Nevin Yeni ile gerçekleştirdiği aynı konuyu işleyen Decameron söyleşisini de tavsiye ederim.
1917 Ekim Devrimi’nin ardından 1922 yılında kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (ya da daha bilindik ismiyle SSCB) 1991 yılında dağılışının en önemli sebeplerinden biri olarak 1986 yılında o zaman Birlik içinde yer alan Ukrayna’nın Pripyat şehrindeki Çernobil Nükleer Santrali’nde yaşanan patlama olduğu söylenir. Olaya sebep olan ihmaller zinciri, gerçekleştikten sonraki örtbas etme çabası ve hatalı kararlar sonucu yaşananlar SSCB’nin kurumsal yapısını ve halkın ona olan inancını çökertmiştir.
Bazıları COVID-19’un da Çin için böyle etkileri olabileceğini söylüyor (kimbilir belki de İtalya ya da başka bir ülkede). Bilmiyorum ve şahsen pek ihtimal vermiyorum. Ancak hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, olAmayacağı; olmaması gerektiği ortada.
Yarım kalan eğitimler, kayıp bir ara kuşak, işsizlik, geçimsizlik, artan boşanmalar, parçalanmış aileler, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, ekonomik küçülme, karantinada kendisini ve çevresini olumlu / olumsuz anlamda ‘yeniden keşfedenler’, din temsilcilerine olan inancın sarsılması gibi birçok etken elbette sanattan siyasete kadar geniş bir alanda pek çok şeyi değiştirecektir.
Ama bunları görmek, gözlemlemek ve yorumlamak için önce ‘hayatta kalmak’ gerekiyor.
Hepinize sağlıklı günler dilerim.
Görüşlerinizi paylaşın: