Rengarenk binalarla bezeli, her daim puro kokan sokaklarda ağır ağır ilerleyen klasik Amerikan arabaları… Her köşede canlı müzik yapan ve her fırsatta dans eden; fakir fakat gururlu, mutlu insanların memleketi: Küba!
Yazıya böyle başlamayı samimiyetle isterdim. Gitmeden önce okuyup dinlediklerimden kafamda tam da böyle bir tablo canlanmıştı. Ama durumun pek böyle olmadığını, bir ülkeyi ve insanlarını okumanın da bu kadar basit ve indirgemeci olamayacağını Küba’nın başkenti Havana’da geçirdiğim iki haftanın sonunda anladım.
İki hafta gibi kısa bir sürede ve sadece tek bir şehirden ibaret bir izlenim, 500 yılı geride bırakan bir ülkeyi anlamak ve anlatabilmek için elbette yeterli olamaz. Ancak nasıl ki sağlık durumuna yönelik teşhis yapmak için koca bedenden alınan bir damla kan örneği yeterli oluyorsa, bu gözlemlerin de fikir vermesi açısından faydalı olabileceğini düşünüyorum.
Kendi adıma bu yazıyı ÇOK uzatmam mümkünse de yine de elimden geldiğince kısa tutmaya çalışacağım. Mutfağından purosuna, yaşamından tarihine bahsetmek istediğim o kadar çok şey var ki, nereden başlamalı onu bile kestiremiyorum. Uzunluğu gözünüzü korkutmasın; bol kısmı fotoğraftan ibaret olacak.
Önce Küba’ya gidiş sebebime değineyim.
23 senedir puro içiyorum (lafı geçmişken; doğru yazılışı sıkça gördüğüm şekliyle ‘pro’ değil; ‘puro’). Sigara içtiğim dönemde başlamıştım. Zamanla hayatımın en önemli parçası haline geldi. İnsanları, mekanları ve zamanları dahi ona göre tayin ediyorum. Yanında puro içebileceğim insanlar, puro içilebilen mekanlar, güzel bir puro içtiğim gün…
Tütün dünyasının bu kısmı kabaca ‘Küba purosu’ ve ‘diğerleri’ (ağırlıklı olarak Dominik, Nikaragua gibi diğer komşu Latin Amerika ülkeleri) olarak ikiye ayrılır. Benim tercihim Küba purolarından yana. Dolayısıyla yarım yamalak bilgilere sahip olduğum Küba tarihi bir yana, her gün ülkenin akla gelen ilk sembolüyle haşır neşir olmaktan dolayı Küba, aklımın bir kenarında diriliğini hep korur. Fakat nedense bir türlü ziyaret etme fırsatı yaratamadım.
2018 yılında mahallemizde Türkiye’nin tek resmi (yasal) Küba purocusu La Casa del Habano dükkanı açıldı (ve ilk gününden itibaren resmi kurumların filmlere konu olacak yıldırma politikalarına dayanamayarak birkaç ay önce kapandı; kaçak purocuların hepsi ‘elbette’ dimdik ayakta). Evimin yakınında olması sebebiyle sıkça ziyaret edip tüttürüyordum. Geçen yıl oradaki bir sohbette Habano Festivali‘nden bahsedildi. Adını bile duymamıştım. 2020’de 22. defa düzenlenecekmiş meğer. Gözümü kararttım, işlerimin oldukça yoğun olduğu Şubat-Mart dönemine denk gelmesine rağmen biletimi aldım. Katılmak istediğim etkinliklerin parasını yatırdım ve ilk Küba seyahatim için gün saymaya başladım.
Yani bu seyahat aslen bir puroseverin bir puro festivaline ziyareti amacını taşıyor. İzlenimler de o ağırlığa sahip olabilir. Siz hangi niyetle okur; hangi kısmından nasiplenirsiniz bilemem.
Bu noktadan itibaren benzer şekilde Havana’yı ziyaret etmek isteyecekler için aldığım ürün ve hizmetlerin ücretlerinden de bahsedeceğim. Lütfen bunları başka niyetlerle okumayın. Bu ayrıntıların birçokları için çok önemli olduğunu (ve benim keyfine fazlasıyla düşkün biri olduğumu) akılda tutarak devam edin.
Habano Festival dahilinde katılabileceğiniz farklı etkinlikler var (PDF). Her birinin de fiyatı ayrı. Benim tercih ettiklerim işaretli olanlardı (fiyatları USD gibi düşünün).
En önemli ayrıntı: Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan Küba’nın başkenti (ve festivalin gerçekleştiği) Havana şehrine doğrudan uçuşu var. Bu, kıtalar arası, okyanuslar aşılan uzun seyahatler için nimet değerinde. Business Class (BC) kabini, özellikle böylesi uzun uçuşlar için her ayrıntısıyla tarifsiz farklar yaratıyor. Bu yüzden biletimi BC olarak aldım. Ekim 2019’da satın alırken (o dönem USD=5,70TL, Euro=6,35TL ortalamasındaydı) bedeli şöyleydi.
Uçağımız Airbus 330’un (şu yazıda bahsi geçen) kabiniydi. Yatağa dönüşebilen koltuklar 13 saatlik uçuşta nimetten öte oldu. Personel şimdiye kadar gördüğüm en ilgili ve kusursuz ekipten oluşuyordu. Yolculuk boyunca biriken neredeyse bütün okumalarımı bitirdim, uçak içi ücretsiz internet erişimi sayesinde yarım kalan birkaç işimi dahi tamamladım. Yemekten sonra kabin memurları yatak örtülerimizi serdi, deliksiz bir uykuya daldım (jetlag derdinin tek ilacı). NOT: BC’de uçuş boyunca bolca yeme-içme seçeneği var, benim kişisel tercihlerim aşağıdaki gibi oldu. Geçen sene başladığım (ve hayatım boyunca sürdüreceğim) aralıklı oruç sebebiyle diğer ara öğünleri yemedim. Fakat onlar da gayet güzel görünüyordu.
Uçuşa dair son detay olarak BC yolcularına dağıtılan seyahat kitini de ekleyeyim. Kişisel ürünlerimi alt bagaja verdiğimden kabinde hepsi gayet iş gördü.
Gelelim kalacak yer konusuna. Küba’da turist olarak seçenekleriniz (diğer pek çok turistik yerdeki gibi) oteller, airbnb ve ‘Casa Particular’ (‘Kasa Partikülar’ olarak okunuyor) olarak geçen pansiyonlar şeklinde (halka evini pansiyon olarak işletme izni 1997’de verilmiş). Çok yakın zamanda hizmete giren airbnb’de hayli güzel evler olsa da içgüdüsel olarak ilk ziyaretimin daha garantili olması adına tercihimi otellerden yana yaptım (Bir dahakine mutlaka casa particular deneyeceğim. Çoğunda internet var, evsahibi dilediğiniz yemeği pişiriyor, çamaşırınızı yıkıyor, evinizi topluyor, vs. Fiyatları da otele kıyasla ÇOK daha uygun).
Komünizm ile yönetilen Küba’da aslında sistem gereği özel girişimler yasak. Ancak zamanla (bunlara ileride ayrıca değineceğim) yüzde 50 devlet ortaklığı olmak kaydıyla turizmde yabancı yatırımlara ve mevcut tesisleri işletme hakkına izin verilmiş.
Festival etkinliklerinin yapılacağı Pabexpo ve şehrin en turistik bölgesi Eski Havana’nın ortasındaki Vedado bölgesinde yer alan, 1994 yılında inşa edilen ve Malecon adlı şehrin en meşhur sahil yolunun yanındaki Melia Cohiba Hotel mantıklı geldi ve rezervasyonumu yaptım (Melia Cohiba, festival otelleri arasında IB Parque Central‘dan sonraki en pahalı seçeneklerden biriydi. En ucuz olan 4 yıldızlı Palco Hotel’di). Classic olarak geçen standart odam şöyleydi.
Geleneksel bir otel odası. Ancak Küba için daha konforlu bir şey beklemek yersiz. Hiç açmadığım bir televizyonum da vardı. Fakat esas güzellik hemen altındaki wifi router’dı elbette! İnternet Küba’nın en nadir elementi. Bidet’li tuvalet. Muhteşem güzellikte bir sürpriz! Duş perdeli otel banyosunu en son İzmir Hilton’da görmüştüm.
Yukarıdaki odanın 13 günlük bedeli de aşağıdaki gibi oldu.
Önceden de değindiğim gibi aralıklı oruç sebebiyle kahvaltı yapmıyorum. Dolayısıyla yukarıdaki fiyata kahvaltı dahil değil. Sitesinde yazsa da bu otelde kalacaklar için birkaç ek bilgi vereyim:
- Başkent Havana, okyanus kıyısında ancak plajı yok. Plajlar şehrin birkaç kilometre dışında (hatta bir tanesinin girişi 50 CUC gibi akılalmaz bir bedele sahip). Dolayısıyla bu otelin havuzu kavurucu sıcakta gayet iyi geliyor (Küba genelde yaz mevsimi yaşıyor).
- Otelin The Level olarak adlandırılan yüksek katlardaki odaların kendine özel bir alanı var. Burada gün boyu atıştıracak ve içecek bir şeyler ve puro içilecek rahat koltukların olduğu bir salon yer alıyor. Manzarası da gayet iyi. (İleride değineceğim sebeplerden ötürü ‘yemek’ ancak özellikle ‘içecek’ Küba’da sürpriz bir masraf kalemi. Dolayısıyla bu ayrıntı önemli).
- Otelin içinde yer alan La Casa del Habano puro dükkanı ve salonu gezdiğim birçok emsali arasında en iyi seçeneklere ve ortama sahip. Bu otelde kalmasanız dahi mutlaka ziyaret edin derim. Aşağıda birkaç kare paylaşıyorum.
- Yine otel dahilinde güzel restoranlar yer alıyor. Çoğunu tecrübe etme fırsatım bile olmadı ancak denediklerim gayet tatminkardı.
- Otel müşterilerine tesis içinde ücretsiz ve kablosuz internet hizmeti var (çoğunuz “ne olacaktı başka?” diyebilir, geleceğiz hepsine…)
- Haftanın 7 günü saat 10:00 ile 21:30 arasında otelden şehrin turistik merkezine ücretsiz 6 otobüs seferi var. Gayet konforlu araçlarla gerçekleşiyor. (taksiyle gidip gelseniz yaklaşık 20-30 Euro arası tutuyor).
Bütçeye dair ara bir güncelleme yapmak gerekirse gidiş-dönüş BC uçak bileti, 13 günlük 5 yıldızlı otel rezervasyonu ve Habano (Puro) Festivali biletleri için toplamda 7 bin USD kadar bir ön harcamam oldu. İki öğün yemek ve içeceğim puro için de günlük en fazla 100 Euro gideceği söylenmişti. Ona göre de yanıma 2 bin Euro kadar nakit aldım (fakat -sanıyorum- toplamda yemekler, orada içtiğim ve yanımda getirdiğim purolar da dahil her şey için ekstra toplam bin Euro harcadım). Havana’da öğün başı maliyetiniz 5 ile 50 Euro aralığında olacak. Her şey size kalmış.
Bavul listesi
- Pasaport, sağlık sigortası (ve fotokopileri).
- İnternette tuttuğunuz ve ihtiyacınız olacak dosya ve belgelerin yerel kopyası (Küba’da internet yok gibi düşünün)
- Nakit olarak Euro.
- Okuyacağınız kitap ve dergiler.
- Anti-bakteriyel temizleyici.
- Sabun, şampuan (otelde kalmıyorsanız).
- Düzenli kullandığınız ilaçlar, ağrı kesici, yara bandı.
- ABD tarzı priz dönüştürücü.
- Google Translate için offline İspanyolca ve İngilizce (ayrıca anlatacağım).
- Google Map için offline Havana harita (ayrıca anlatacağım).
- İç çamaşır, tshirt, şort, mayo, güneş kremi, terlik, gözlük, şapka..
- Sırt çantası.
- Termos.
Havana ziyaretimden önce bildiklerim buraya kadar yazdıklarımdan ibaretti. Kafamda bolca puro içmek ve güzel deniz mahsulleri yemek dışında hiçbir şey yoktu. Hiçbir plan, program yapmadım. Dolayısıyla pek çok şeyi yaşayarak öğrendim. Bu süreçte keşfettiğim bazı detayları kronolojiyi korumaya çalışarak paylaşayım:
- Küba için vize gerekiyor. Fakat gözünüz korkmasın; bir formaliteden ibaret. Pasaportunuzun fotokopisi, sağlık sigortası ve başvuru ücretinin dekontu yeterli. Kendi vizemi (aynı zamanda İzmir’in Küba Fahri Konsolosu olan) Ali Hepşen’e yolladığım bir e-posta ile aldım. İki gün içinde kuryeyle kapıma geldi. Tavsiye ederim.
- Bir zaman yolculuğu yaptığınızı Havana Jose Marti Havaalanı’na indiğinizde anlıyorsunuz. Burada çok sıra bekleyen olduğunu okumuştum ama bizde neredeyse hiç sıra yoktu.
- Pasaport kontrolü sonrası yanınızda (kabin içinde) getirdiğiniz bütün bagajlar ayrıca aranıyor. Bu da hızlı akan bir sıra sayılır. Küba’ya pornografik materyal, uyuşturucu, her türden silah ve mühimmat, devrim karşıtı herhangi bir belge, drone, GPS türevi antenli her türden cihaz, birden fazla bilgisayar, ikiden fazla kamera ya da termos gibi şeyler sokmak yasak. Bunlar gerçekten titizlikle inceleniyor.
- Dönüşte Business Class uçanlar ve Miles & Smiles’da Elite ve Elite Plus statüsünde olanlar için özel bir salon (CIP Lounge) var. Fakat biraz gülümseten cinsten. İçinde neredeyse hiçbir şey yok. Ama Küba’nın yokluğu sonrası suyun varlığı bile nimet gibi geliyor.
- Dönüşte havaalanındaki duty free mağazasından bir şeyler alma niyetinde olan varsa bunu unutsun. Çünkü Küba’nın free shop’u hiç alışkın olmadığınız bir ürün gamına sahip: gofret, çikolata, bisküvi, meyve suyu ve su… Alkollü içki, sigara ve puro da var ancak marketlerden çok daha ucuza alabilirsiniz (İlginç bir detay olarak havaalanında ilaç satan bir ‘dükkan’ da var).
- Küba’da iki farklı para birimi var: CUP (Cuban Peso) ve CUC (Cuban Convertible Peso). Halkın kullandığı Peso (CUP) ülkenin her yerinde geçerli. Ancak turistlerin havaalanında iner inmez paralarını CUC birimine çevirmesi gerekiyor (bunun için özel ATM’ler ve başında görevliler bulunuyor). Konunun tarihçesi de kısaca şöyle: 1994 yılına dek 1 USD (ABD Doları) 1 CUC olarak sabitlenmiş. Sonraları halkın USD ile işlem yapması yasaklanarak tamamen CUC kullanımına geçilmiş. Kuru devlet belirlediğinden akıl almaz bir oranı var. Zaten bu sebeple Peso dünyasının en değerli para birimi durumunda. CUC dönüşümünü sadece bankalar ve otellerde yapabiliyorsunuz. Benim son işlemimden yola çıkarsak; 200 Euro karşılığında 214 CUC veriyorlar. Bu yüzden siz bundan sonra yazıda CUC olarak göreceğiniz her şeyi Euro olarak aklınızda çevirin, daha kolay olur.
- Havaalanından (Havana’da) kalacağınız her otele ulaşım bedeli sabit: 25 CUC. Bunun için dışarıda bekleyen sarı taksileri tercih etmeniz gerekiyor. Klasik Amerikan arabaları her zaman daha pahalı (ve kötü).
- Araba kiralama gibi bir şeye asla yeltenmeyin. Çok pahalı, şartları ağır, araçlar kötü ve yollar felaket. Yapmayın.
- Küba kesinlikle ucuz bir yer değil. Özellikle turistler için. Avrupa’nın anlı şanlı turizm merkezlerindekilerle kapışacak; hatta bazen onları geride bırakacak bedeller ödemek zorunda kalacaksınız. Ve en acısı çoğunlukla kaliteleri adına değil; Ülkenin kendine has koşullarından dolayı.
- Küba yüzölçümü adına büyük bir ülke. Ada diye küçümsemeyin; 110 bin kilometrekarelik bir alana yayılıyor. Yani “gidelim de dere-tepe gezelim” diye bir hevese önceden plan yapmadan kapılmayın. Yoksa bu hayal size epey pahalıya patlayabilir.
- Küba’da kredi kartı geçmiyor desem yeridir. Resmi puro dükkanları (La Casa del Habano) ve oteller haricinde yanınızda taşımayın bile. ABD bankalarının kredi kartı zaten (ekonomik ambargo nedeniyle) provizyon dahi vermiyor. Yani: Harcayacağınız kadar parayı nakit olarak getirin ve ihtiyaç duydukça parça parça bozdurun. Tercihinizi Euro’dan yana yapın. USD ile kur farkından zarar ediyorsunuz.
- Hayatım boyunca beceremediğim pazarlık meselesi burada bir yaşam biçimi. Taksiler dahi pazarlık usulüyle çalışıyor. En garantili yöntem, otellerin önünden taksiye binmek ve öncesinde otel görevlilerinden gideceğiniz yerin ne kadar tutacağını öğrenerek teklif yapmaya başlamak.
- Küba’da internet yok diye kabul edebiliriz. Bu konuda uzun süredir girişimler ve olumlu gelişmeler var elbet ancak bu hala dünyanın geri kalanı için 20 yıl öncesini aratan seviyede. Yiyip-içtiğiniz mekanların hiçbirinde internet olmayacak. Telefon hattını turistler alamıyor. Dolayısıyla otele dönünceye kadar sabretmeniz gerekiyor. Ülkede internet çoğunluğu devlete ait ETECSA şirketi tarafından veriliyor. Şehrin çeşitli noktalarındaki satış noktalarından (kimi zaman epey sıra bekleyerek) internet kartı alabiliyorsunuz. Bununla bazı meydanlarda kablosuz (ve yavaş) internete bağlanabilirsiniz. Bedeliyse 1 saat için 1 CUC. Google’ın internet girişiminin neden bu kadar önemli olduğunu orada daha iyi anladım. Yerel halk da bu konuda hayli heyecanlı bir bekleyiş içinde. (ÖNEMLİ: Bu kartlarla internete bağlandığınızda işiniz bitince erişimi kesmeyi / Logout unutmayın, yoksa arka planda çalışarak saatinizi bitiriyor!!!)
- Bağlantılı bir detay olarak: internetin kıtlığı ve yavaşlığı yüzünden yerel halk bir dönemki video dükkanlarını andıran ‘Media Shop’ adlı dükkanlarda USB belleklerine popüler dizileri kaydettiriyor. Bu gayet yaygın bir dizi / film izleme metoduna dönüşmüş.
- ABD ambargosu yüzünden neredeyse tamamı ABD kökenli teknoloji şirketlerinin donanım ve yazılımları Küba’da hizmet vermiyor (örneğin Apple cihazınıza AppStore’dan yeni bir uygulama yükleyemiyorsunuz. Android cihazlarda bir kısıtlamaya denk gelmedim ancak Google hizmetinin bir kısmı uyarı veriyor.) Hatta ben gelen bildirimler yüzünden açmak zorunda kaldığım bazı uygulamalardaki hesabım donduruldu! Özetle, elinizin altında bir VPN hizmeti bulundurun. Türkiye’de internet kullanıp da VPN hizmetine sahip olmayan var mıdır bilemiyorum (umarım yoktur / kalmaz).
- Halkın çoğunluğu İngilizce bilmiyor. Dolayısıyla kendinizi idare edecek kadar İspanyolca kelime öğrenin (sipariş, yön sorma, rakamlar, vs). Bu hayat kurtarıcı oluyor. Ayrıca gitmeden mutlaka Google Haritalar’dan ülkenin offline haritasını indirin. İnternetsiz ortamda yol bulma konusunda eşsiz. Bir de tavsiyem Google Çeviri hizmetinden Türkçe, İngilizce ve İspanyolca dillerini indirin. İspanyolca bir yemek menüsüne kamerayı tutarak anında Türkçe haliyle okumak için sihirli bir güzellik.
- Küba genel anlamda güvenli bir ülke. En kalabalık ve karışık şehri olan Havana da öyle. Yine de şansınızı fazla zorlamamakta fayda var. Muhtemelen senede en fazla bir defa yaşanabilecek ve tesadüf eseri önümde gerçekleşen bir olayı aktarayım: Otelimizin hemen karşısındaki restoranlardan birinde öğle yemeği yerken bağırışmalar duyduk. Hiç oralı olmadım. Sesler kesilmeyince baktım; kavga eden iki Kübalı (çok garip). Sonunda biri öbürünü yere yatırıp ‘etkisiz hale getirdi’. Bir yandan da polis diye bağırıyor. Polisin olay yerine intikal etmesi neredeyse 15 dakika sürdü. Bu sayede anladık ki yere serilen aslında bir kapkaççıymış. Yaşlı turist bir kadın çiftin cüzdanını kapıp kaçarken başka bir Kübalı yiğit olayı fark edip onu yakalamış ve döverek yere sermiş. Bir kısmını kaydettim, aşağıda izleyebilirsiniz.
- Kahvaltıcı tiplerdenseniz otellere uğrayın derim. Küba’da bildiğiniz anlamda bir kahvaltı kültürü yok. Yemek kültürleri de -ileride değineceğim- ‘Özel Dönem’ (Período Especial) dedikleri kıtlık yıllarında epey yara almış.
- Turistlere özel mekanlar kendini hemen belli ediyor. Google Haritalar ve Foursquare tavsiyeleri gayet işe yarar. Buralarda dünya mutfaklarından gayet leziz örneklere de rastlamak mümkün (Türk restoranı var mı bilemiyorum. Hiç aramadım. Fakat otelimizin yakınında Beirut adlı bir mekanda yediklerimiz geleneksel Ortadoğu mutfağıydı. Fena da sayılmazdı.)
- Küba mutfağında et pahalı bir seçenek (fiyatlar kuzudan domuza doğru ucuzluyor). Sebebi hayvancılığın giderek azalması ve etin ithal edilmeye başlanması. Tavuk ise yaygın ve şaşırtıcı derecede lezzetli. Doyamadım desem yeridir. EN garip çelişkiyse okyanus ortasında bir ada olmasına rağmen Küba’da balığın ve deniz ürünlerinin lüks sayılması. Balıkçılar sadece turistlere özel restoranlar için balık tutuyor. Hatta halk bazı politik liderleri “sofralarında balık var” diye suçluyormuş! Kendi yediklerimden bazı örnekler paylaşayım:
- İçki son derece ucuz. Hele de marketlerde. Şeker kamışından yapılan ve bizim ‘rom’ dediğimiz ‘ron’, ülkenin yerli ve milli içkisi. Her çeşidi ve girdiği her şekil harika. Mohito, Daiquri ve diğerleri… Hepsini deneyin derim. İthal şarap ve viskiler de hiç fena sayılmaz.
- Ülkenin en büyük lüksü ‘içme suyu’. Halkın tamamı içecek su ihtiyacını şehir şebekesinden karşılıyor. Fakat bu yöntem turistlere pek tavsiye edilmiyor. Çünkü Küba’nın su şebekesi son derece eski ve sızıntılara sahip. Biz yabancılar bu bölgenin bakterilere alışkın değiliz. Dolayısıyla en güvenli yol, şişe su. Fakat onu bulmak da içmek de başlı başına bir mesele. Örneğin benim otelin minibarında bir küçük şişe su 2 CUC, barında ise 3 CUC’tu. Daha pahalısını görmedim ancak sonra bazı mekanlarda 70 sente dahi bulduk. Normalde marketlerde su satılmıyor. Fakat Eski Havana’da bir markette 1 litrelik şişeyi 0,50 CUC’a bulduk. Küba’ya giderken yanınıza termos alın ve ucuza su bulduğunuzda stoklayın.
- Küba’da puro ‘daha’ ucuz değil. Ancak bolca, her çeşidiyle bulup; her yerde keyifle içebiliyorsunuz. Dahası, uzman ve meşhur sarıcılardan gayet güzel özel sarım purolar alıp tüttürebiliyorsunuz. Sokakta size puro satmaya çalışanların yüzde 99,9999’u sahte ve leş kalitede şeyler iteklemeye çalışıyor. Özetle: sokaktan puro satın almayın. “Abim fabrikada çalışıyor, bunlar onun” tarzı basit turist tokatlama tuzaklarına düşmeyin. (Küba’dan bana hediye niyetine sahte puro getiren nice arkadaşımı gülümseyerek hatırladım.) Aşağıda birkaç resmi dükkandan fiyat etiketli hallerini paylaşıyorum. Fiyatlar bütün dükkanlarda aynı. Açık kutuların üstünde gördüğünüz fiyatlar 1 puronun CUC cinsinden bedeli oluyor. Fotoğraflara tıklayarak büyütebilirsiniz. Bazıları bulanık çıkmış, özür.
- Hemen her yerde, her çeşit puroyu bulabilmek ve açık / kapalı neredeyse HER YERDE rahatça puro içebilmek harika bir duygu! Sanıyorum en çok bunu özleyeceğim. Bunu en iyi puroseverler anlar. Her birine onca para döktüğümüz şeyleri açık havada -hatta kimi zaman soğukta titreyerek- havaya savurmak ne büyük bir israf oysa. İktidarımda puroculara özel kapalı mekanların açılmasına izin verilecek!
Bu kadar bahsetmişken gelelim puro festivali detaylarına. Benim için bu kapsamdaki en önemli kısmı La Corona ve Partagas puro fabrikalarını kapsayan turdu. Bu sayede her gün elimde tüttürdüğüm puroların nerede, kimler tarafından ve nasıl imal edildiğini gözlemledim. Youtube’dan ve izlediğim belgesellerden aşinaydım ancak aralarında durup, o ses ve kokular eşliğinde şahitlik etmek çok daha heyecan vericiydi.
Ne acıdır ki şu blogda bir tane dahi puro yazısı yazamadım. En azından kabaca imalat sürecine ve genel detaylarına değineyim:
- Tarladan toplandıktan sonra tütünün dükkanda puro olarak satışa sunulabilmesi en az 2 sene alıyor (Küba puroları için elbette). Bu sürenin bir kısmı çiftlikteki depolarda geçiyor. Ardından fabrikada (farklı markalara dönüşeceği için) kalitesine göre ayrıştırılıp bekletiliyor. Sarılıp kutulara girdikten sonra da ayrı bir dinlenme süreci var. Toplam süre kimi markalarda 5 – 10 yıla kadar uzuyor (fiyatı da ona göre yükseliyor).
- Tütün uzmanları hasadı iki defa ayrıştırıyor. Bunların biri marka ve boyutlar için. Uzun ve kalın bir puro için kullanılacak tütün yaprağı ile kısa ve kalın bir puronun yaprağı farklı oluyor. İçimi sert ve hafif olanlar için de öyle. Bir diğer ayrımsa puronun anatomisini oluşturan 3 farklı yaprak çeşidi için: dolgu (filler), bağlayıcı (binder) ve dış yüzey (wrapper). Puronun içi dolgu yaprağından oluşur. Bu katman damarlı yapraklardan oluşabilir. Bağlayıcı tütünler biraz daha pürüzsüzdür. Bu iki katman puronun tadı ve kokusunun yüzde 95’ini verir. Hepsini kaplayan ve tek bir yapraktan oluşan dış yüzeyse mümkün olduğunca damarsız ve lekesiz bir yapraktan oluşur ve daha çok kozmetik unsurdur. (Puroda sigaradaki gibi kağıt ve süngerden zıvana kullanılmaz. Küba puroları ise tamamen ve sadece organik tütünden imal edilir). Aşağıda bu ayrıştırma işlemi sırasında çektiğim birkaç kare fikir verebilir.
- Ardından (başka bir bölümde) sarım işlemi başlıyor. Bunun da uzmanları ayrı. Hatta her markanın sarıcısı ayrı. En deneyimliler en üst düzey markaları sarıyor. Suşi şefi kültürü gibi düşünebilirsiniz. Oradan da birkaç kare paylaşalım (şu ‘kadın bacağında puro sarma efsanesi nereden çıkmış bilmiyorum ama öyle bir şey ELBETTE Kİ yok! Her şey gördüğünüz tezgahlarda gerçekleşiyor. Belki yukarıdaki dizde tütün ayrıştırma süreci bazılarının öyle sanmasına yol açmıştır, bilemiyorum).
- Bu işlemin ardından başka bir departman, puroları dış yaprak renklerine göre ayrıştırıyor. Purolar genellikle 5, 10 ve 25’lik kutularda satılır. Tercihen bir kutu içindeki puroların mümkün olduğunca aynı renk ve kalitede olması beklenir.
- Ve son olarak kutulama işlemi geliyor. Açıkçası bu kısma dair hiçbir fikrim yoktu. Meğer onlar da tamamen elle imal ediliyormuş. Puroları tek tek etiketleme, kurdeleler geçirme, iç kağıtlarını yerleştirme, kutuların dış yüzeyine etiketleri yapıştırma gibi hiç de azımsanmayacak bir emek.
Festivale dair hiçbir fikrim olmayan fakat seyahat boyunca EN keyif aldığım etkinlik kapanış yemeği (gala dinner) oldu. Fuar alanı Pabexpo’nun devasa salonu kırmızı halılarla kaplanmış ve enlemesine doğru sanıyorum 70-80 metre uzunluğuyla hayatımda gördüğüm en büyük sahne kurulmuştu.
Bu yılki açılış yemeği Bolivar markasının Reserva Cosecha 2016 serisine, kapanış yemeğiyse Romeo y Julieta’nın yeni Linea de Oro (‘Altın Seri’ anlamına geliyor) purolarına adanmıştı. (Açılış yemeği sonrası hediye edilen 2 adet Reserva Cosecha içeren Bolivar’ın fiyatı şimdiden 650 Euro seviyesini görmüş. Gala yemeği sonrası hediye ettikleri Romeo y Julieta’nın Dianas, Nobles ve Hidalgos adlı 3 yeni purosunu içeren Linea de Oro serisinin fiyatlarına bakmadım bile. Sonuçta satıcı değil; içiciyiz, değil mi?)
Kutularımız şöyleydi:
Gala yemeğini tarif etmekte epey zorlanıyorum. Hayatımda bu kadar çok puro içen insanı bir arada görmemiştim. Kuveyt’ten ABD’ye, Çin’den Danimarka’ya; kelime anlamıyla dünyanın dört bir yanından gelen binden fazla puro tutkunu, kusursuz hazırlanmış canlı müzik, dans ve kabare gösterileri ve enfes yemek ve içecekler eşliğinde saatler boyunca eğlendi.
İçmek derken içkiden DE söz ediyorum ama esas mesele elbette puroydu. Örneğin kapanış yemeğindeki 4 yemek, Romeo y Julieta’nın 4 yeni purosuyla servis edildi. Ben ancak üç tanesini içebildim.
Yemekler ayrı, ortam ayrı, purolar ayrı güzeldi. Asla unutamayacağım bir akşam oldu. Biz bir şeyler yerken yılın en iyi tütün hasadı sahibi çiftçi, en iyi satıcısı gibi bazı ödüller de verildi. Kapanış partisi öncesindeyse Küba Sağlık Bakanlığı hayrına bir açık arttırma düzenlendi. Burada maddi ve manevi değeri olan 3 hümidor (puro kutusu) satışa çıktı. 50 adetlik ilk hümidor 50 bin Euro’dan açıldı ve 300 bin Euro‘dan alıcı buldu. En büyük ve en pahalı olanıysa Çinli bir purosever aldı. Puro dünyasının Rolls-Royce’u sayılan Cohiba’nın Behike, Esplendidos ve Majestuosos gibi özel serilerinden 550 adet içeren 1,5 metre boyundaki hümidor 2,4 milyon Euro karşılığında Li Thet adlı bir tiryakiye gitti (iki masa ötemde oturuyordu).
Yemek öncesi kokteylde farklı ülkelerden çok ilginç insanlar tanıdım. Bir dahakine daha girişken davranacağım. Madem o kadar lafını ettik; birkaç kare paylaşalım.
Buraya kadar atlayıp-zıplamadan okuduysanız aşağı-yukarı benimle aynı ruh haline gelmiş olmalısınız: Bütün bu şatafat, lüks; hatta hedonizm, komünizmle yönetilen, kişi başı ortalama gelirin ayda 40 USD olduğu Küba’da mı yaşanıyor? Garip ama evet. İşte tam bu noktada esas meseleye gelmek istiyorum. Ama önce bu durumu ve ülkeyi daha iyi anlayabilmek adına -yine gelimden geldiğince kısa tutmaya çalışarak- Küba tarihinden birkaç kesit paylaşmam gerek (Her bir madde ayrı bir tartışma konusu. Ben özetleme adına mümkün olduğunca yüzeyselleştireceğim):
Hızlandırılmış Küba tarihi
- Christopher Columbus 12 Ekim 1492’de Hindistan’a ulaştığını sanarak bugün Küba dediğimiz adaya ayak bastığında (ve dolayısıyla Amerika kıtasını keşfettiğinde) esas ismi Guananhani olan bu adayı İspanyol toprağı ilan etmiş. 1511’de İspanyol yerleşimi başlamış. Avrupa’dan gelen hastalıklara karşı bağışıklık kazanamayan yerli halk tamamen yok olmuş. Yani bugün Küba halkı dediğimiz insanlar işgalci İspanyollar, onların çalıştırmak için getirdiği Afrikalı köleler, Çinli işçiler ve bunların melez torunlarından ibaret. Başka bir deyişle: bu ada lanetli, kanlı; haset bir geçmişe sahip.
- Bugün başkent olan Havana, 1519 yılında yine İspanyollar tarafından kurulmuş. 1592 yılında şehir ilan edilmiş.
- Amerika’nın fetih döneminde bu yeni kıtadan ganimetleriyle İspanya’ya yola çıkacak bütün gemilerin son durağı, Amerika’ya gelen gemilerinse ilk durağı hep Havana olmuş. Bu yüzden önemli bir limancılık geçmişine sahip. Aynı sebeple tarih boyunca sürekli korsanların ve açgözlü devletlerin saldırılarına uğramış. Hatta bir Fransız korsan işi şehri toptan yakmaya kadar götürmüş. Bu yüzden dev, görkemli kalelere sahip.
- Köleliğin 1961’e kadar yasal olması yüzünden ülkede tarım hiç hız kaybetmemiş (Fidel Castro’nun babası da çok sayıda köle sahibi bir toprak ağasıymış). Tarıma bağlı ticaretin yarattığı zenginleşme sayesinde sanat ve mimaride de büyük gelişim sağlanmış.
- 1837’de dünyanın demiryoluna sahip beşinci şehri olmuş.
- 18. yüzyılda Amerika kıtasının en büyük üçüncü şehriymiş. (1925’te Paris’in kent planlayıcısı Jean-Claude Nicolas Forestier gelerek 5 yıl boyunca şehrin her detayını tasarlamış. Ancak 1929’daki ekonomik kriz ‘Büyük Buhran’ birçok hedefin önünü kesmiş.)
- Gelir dağılımındaki adaletsizlik ilk olarak 1800’lü yıllarda belirginleşmeye başlamış..
- 1898’de Küba bir ABD savaş gemisini batırmış. Karşılığında ABD tarafından işgal edilmiş. 20. yüzyılda ticari ve siyasi olarak iyice ABD egemenliğine girmiş ve 1902’deki bağımsızlığına kadar öyle kalmış.
- Bu tam bir bağımsızlık olmamış. Zira 1930’larda ABD’deki içki yasağının (1920-1933) da etkisiyle kumar, fuhuş, alkol ve eğlence sektörü hızla Küba’yı (özellikle Havana’yı) ele geçirmiş. Ülkenin her yanında ABD’li şirket ve girişimler hüküm sürmeye başlamış. 1959’da ülkede kumarhaneler yasaklanana dek Küba’nın turizm geliri Las Vegas’tan fazlaymış. Las Vegas Hilton yapılana dek (kaldığım otelin hemen yanındaki) Riviera Hotel, dünyanın kumarhane amacıyla yapılmış en büyük oteliymiş (Sahibiyse Amerikan Mafya Babası Lucky Luciano).
- Devrim öncesinde nüfusun yüzde 8’i, toprakların yüzde 80’inin sahibi hale gelmiş. Yine de gelişmişlik ve ekonomik göstergeleri gayet iyiymiş.
- ABD, bir askeri darbe ile başa geçmesine ön ayak olduğu Fulgencio Batista’dan rahatsız olmaya başlayınca işler gerilmiş. Batista kozunu Küba’daki ABD’li petrol şirketlerini millileştirerek oynuyor ve ABD’nin ilk ekonomik ambargosu başlıyor. ABD’li mafya üyeleri ve yatırımcılar bu süreçte Batista’ya desteğini -elbette- sürdürüyor. (Çok ilginç bir detay: Küba’ya yönelik ekonomik ambargo, ABD tarihinin değişmeden süren en uzun süreli dış politika stratejisi.)
- Hukuk öğrencisi Fidel Castro’nun Başkan Batista’ya ilk muhalefeti 1952’de başlıyor. Batista’nın görevden alınması için yazdığı dilekçe mahkeme tarafından reddedilince Castro silahlı mücadeleye karar veriyor. Bu süreçte CIA ile bağlantılı bazı asker kökenlilerden dahi destek alıyor.
- Castro, Batista’ya karşı birkaç başarısız eylemden sonra yanına 82 yoldaş alarak -ABD yapımı- Granma teknesiyle Meksika’dan yola çıkıyor. Küba’ya ayak basar basmaz dağlara çıkıyor. Ancak ordu ile girilen çatışmalarda bu gruptan sadece 20 kişi hayatta kalıyor.
- Hepi topu 200 askeriyle Batista emrindeki 37 bin kişilik Küba Ordusu’nu dize getirmesinde ABD ekonomik ve silah ambargosunun payı büyük. Çünkü resmi ordu yedek parça ve mühimmattan mahrum. O dönem özellikle hava kuvvetleri neredeyse etkisiz hale gelmiş durumda.
- Batista’yı 1959’da büyük bir halk desteğiyle devirerek devrim yapan Castro, ülkenin tüm topraklarını ve şirketlerini kamulaştırıyor. Karşılığında ABD ambargo yaptırımlarını arttırıyor. Küba da böylece çaresiz (ve aslında pek de istemeyerek) Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) yani komünizme yanaşıyor. Bu sürecin izlerini Castro’nun notlarında da görmek mümkün.
- 1991 yılında SSCB’nin dağılmasıyla ‘Período Especial’ (Özel Dönem) dedikleri oldukça zorlu yıllar başlıyor. Yaşanan birkaç gelişme şöyle:
- Şeker kıtlığı yüzünden ithalat ve ihracat yüzde 80 küçülüyor. (Bu dönemde en büyük destekçileri Venezuela Başkanı Hugo Chavez oluyor.)
- Gıda ve ilaç sevkiyatı durma noktasına geliyor.
- Halka sunulan gıda desteği beşte birine düşünce her Kübalı ortalama 9 kilo kaybediyor.
- Rus Federasyonu adaya artık garantili petrol vermeyeceğini açıklayınca endüstriyel ekonomi; özellikle tarım olumsuz etkileniyor. Traktörler ve modern tarım araçları çalışamaz hale geliyor. Gübre ve tarım kimyasalları temin edilemiyor.
- 3 saatte bir çalışan otobüsler, günde 16 saate varan elektrik kesintileri normalleşiyor.
- 1993’e kadar ABD’den gelen insani yardım talepleri kabul edilmiyor.
- 1996’daki yeni ABD ambargo kararlarıyla hammadde ithalatı da durduğu için ülke çapındaki bütün fabrikalar kapanıyor. Milyonlarca kişi işsiz kalıyor.
- Rusya’ya petrol karşılığı şeker kamışı üretme zorunluluğu kalmadığı için meyve ekimi başlıyor. Et üretiminin yüksek maliyetli sebebiyle halk sebze ağırlıklı bir beslenme düzenine geçiyor.
- Açlık yüzünden sokaklardaki; hatta hayvanat bahçesindeki hayvanlar çalınarak yeniyor. Bu sebeple inek öldürüp yemeye 10 yıl hapis cezası konuyor (insan öldürmenin cezasından fazla). Devletten izinsiz et satana 8 yıl, yasadışı et yiyene de 1 yıl hapis cezası getiriliyor.
- Hane içi tarım kendiliğinden gelişmeye başlıyor. Ardından devlet de destekliyor.
- Avustralyalı çiftçiler yardıma gelerek Kübalı meslektaşlarına modern tarım tekniklerini öğretiyorlar.
- Bu dönemin ilginç bir sonucu olarak halk daha az kalori alımı ve daha çok hareket sebebiyle daha sağlıklı hale geliyor.
- Período Especial, o dönemleri yaşamış halk için hala en büyük korku.
Bugünün Havana’sına bakış
- Ülke nüfusunun yüzde 20’si bu şehirde yaşıyor.
- Yılda 1 milyonu aşkın turist ülkeyi ziyaret ediyor. Bu sayı ABD Başkanı Barack Obama döneminde artmış ancak Donald Trump döneminde tekrar gerilemiş.
- Havana’nın ilk yapılarının bulunduğu La Habana Vieja bölgesi UNESCO Dünya Kültür Mirası kapsamında.
- Havana’nın restorasyonu oldukça zor ve kıt kaynaklar ile İspanyol tarihçi Eusebio Leal Spengler öncülüğünde yürütülüyor.
- Havana, Ankara ve Eskişehir ile kardeş şehir.
Çelişkiler İmparatorluğu
Bu başlık altında yepyeni bir yazı yazmak isterdim ancak bağlamdan kopmasın istedim. En kısa ve öz haliyle derlemeye çalışayım:
- Küba yaşam şartları adına gurur duyulası bir ülke değil. Fakat bunun sorumlusu komünizm mi, Küba Komünist Partisi mi yoksa ABD ekonomik ambargosu mu o da muamma. SSCB’nin yanlış kaynak planlaması sebebiyle ülkeyi sadece şeker kamışı ve tütün tarımına mahkum etmesi günahların en büyüğü. Oysa ülke, dünyanın en kıymetli bazı madenlerinde en bereketli topraklar arasında. Yani bugün Küba’nın bir Vietnam olması pekala mümkündü.
- Ülkede sağlık, eğitim, barınma, otomobil, iş gibi ihtiyaçların hepsi devlet tarafından karşılanıyor. Ancak bunca ekonomik sıkıntı içinde herkese her şeyi sunmak için her şeyi en basit halinde yaşamak gerekiyor. Örneğin hastaneler ücretsiz fakat 80’lerin Türkiye devlet hastanelerini andırıyor. Ambargo şartları ve etken madde yokluğundan eczanelerde birçok ilaç bulunamıyor.
- Devletin size verdiği ev, 16 yıl oturduktan sonra mülkünüz haline geliyor. Konut sayısı sınırlı, yeni inşaat sayısı az iken nüfus çoğaldığı için yeni bir ev çoğu kişi için hayal. Dolayısıyla aileler birkaç kuşak aynı evde yaşıyor. Evleri yenileyecek malzeme bulmak imkansıza yakın olduğundan derme çatma çözümler ile tamamen koyuvermek arasında gidip-gelen haller söz konusu.
- Bir yabancı yatırımcı ile sohbet ederken ülkenin resmi ekonomisinin 5 katı kayıt dışı ekonomi / karaborsa olduğunu öğrendim.
- Her alanda büyük yolsuzluk ve usulsüzlükler gözlemlenebiliyor ancak vatandaşlar bunu “devlete ait her şey nasıl olsa bizim” gibi (tanıdık) bir mantıkla normalleştirmiş. Gemisini yürüten kaptan misali.
- Marketler 80’li yıllardaki Doğu Avrupa ülkelerini hatırlatıyor. Uzun ve boş raflar. Sadece tek bir markadan ibaret ürünler. Gereksiz ihtiyaçlarının peşinde koşmaktan aptala dönmüş biz yabancılar adına hazmı güç. Fakat fazlasıyla öğretici.
- Bahsi geçmişken bir süre sonra fark edeceğiniz en garip ayrıntı: Küba’da reklam yok! Ne televizyonda, ne sokakta ne de başka bir yerde. Halka bir şeyin pazarlanması gerekmiyor. Dolayısıyla reklamının yapılması da anlamsız. Aynı sebepten dolayı mağazalarda teşhir ürünü de yok. Her şey kutusunda. Karşılaştırma gibi dertler olmayınca…
- Turistler ve turizmin getirdiği serbestleşmeyle birlikte halk içinde KORKUNÇ bir gelir adaletsizliği doğmuş. Örneğin ayda ortalama 100 USD gelire sahip bir doktora karşılık arabasını ve yakıtını devletten alan (ve turist taşıyan) bir Havanalı taksicinin GÜNLÜK kazancı 600 USD civarında. Restoran ve otel sahiplerinin de aşağı kalır yanı yok. Sıradan bir Küba vatandaşının hayal bile edemeyeceği şartlar ve hizmetler her gün gözüne çarpıp duruyor. Bu bana tarifsiz bir rahatsızlık verdi. Baskıya, zulme ve adaletsizliğe karşı başkaldırmış ve canı pahasına savaşmış bir halkın dönüp dolaşıp daha beter şartlara mahkum oluşunu görmek acı verici bir deneyim.
- Karne ile gıda sistemi hala geçerli. Ancak aylık verilebilen gıda, bir kişinin sadece bir haftalık ihtiyacına yetiyor. Örneğin kişi başı aylık yumurta hakkı 5 adet.
- Küba yönetiminin resmi bir fakirlik tanımı yok. Dolayısıyla ülkede kayıtlı fakir de yok. Sadece uluslararası tanımlardaki fakir kalıbına yakın şartlarda bir azınlığın varlığını kabul ediyorlar.
- Halkın en büyük gizli geliri ABD’de yaşayan akrabaları. İddialara göre bu akrabalar her sene ABD’den Küba’ya 5 milyar USD gönderiyor.
- Ülkede yaşayan yabancılar (diplomatlar, şirket temsilcileri, vs) için yaşam korkunç pahalı. Bu grup için Lada’ların fiyatı 30 bin USD seviyesinden başlıyor. Toyota’nın temel modelleri 80 bin USD’ye kadar çıkıyor. Ev kiraları 3 bin USD ve üstü şeklinde gidiyor.
- ABD’nin yeni yaptırımları Küba’da faaliyet gösteren şirketlerin ABD’deki mal varlıklarına el koyma hakkını getirdiği için birçok akaryakıt şirketi el çekmeye başlamış. Bu da ciddi bir petrol krizi tetiklemiş. Ben oradayken devlet 6 milyon USD borcu yüzünden Venezuela petrolünü ülkesine taşıtmakta zorlanıyordu. Küba’da elektrik ve su santralleri petrol ile çalıştığı için yakıt sıkıntısında elektrik ve su da kesiliyor.
- Birkaç turistik nokta dışında sokaklarda müzik yapanlar kalmamış. Herkesin elinde akıllı telefonu ve bluetooth hoparlörü var. Gürültülü Latin Pop şarkıları çalıp duruyorlar. Ve neredeyse her mekanda Amerikan pop şarkıları çalıyor. Her açıdan zulüm.
- Havana’ya ait her fotoğraf karesine sızan eski ABD otomobillerinin birçoğunda Hyundai ve Toyota motoru var. Olmayanları da öylesine yağ yakıyor ki yanında nefes bile alamıyorsunuz. Karbon emisyon meselesinde Küba’nın Amerikan hurdaları ve SSCB dönemi araçlarının karnesi yerlerde. Sokaklarda yürürken eski araçların egzost kokusundan nefes almakta dahi zorlanıyorsunuz.
- Görkemli günlerden kalma muhteşem mimari eserlerin parasızlık yüzünden düştüğü köhne, metruk halleri yürek burkuyor. Bir dönem yaşanan ihtişamlı zenginlikten izler taşıyan bu ev ve binaların bugün ağırladığı fakirlik çok ilginç bir tezat.
- Havana’da birçok saray ve saraycık var. Ve her biri, her saray gibi ülkesine alabildiğine yabancı, aykırı ve sakil. Liderler pencerelerden gördüklerine karşı bakarak o saraylarda nasıl oturmuş aklım almıyor. Hemen her zamanki gibi bir ülkenin fukaralığını ve çaresizliğini saraylarının görkeminden anlayabiliyorsunuz.
Sonuç Raporu
Bu yazıyı aslında birazdan aktaracağım fikirlerim için derledim. Ayaklarının yere basması adına bütün bu detayları paylaşmak zorundaydım. Ancak öylesine uzamış ki bu kısmı en özet haliyle aktarmam gerek:
Küba bir ütopya. Başka bir dünyanın mümkün olabileceğini hayal edenlerin; devlerin karşısına dikilip kafa tutanların adası. Köklü tarihinin her döneminde hep daha büyük başka bir şeylerin parçası ya da vesilesi olmuş. Halısının altında Afrikalı kölelerin kanı, korsanların ve sömürgecilerin ganimetleri, bugün hiçbir temsilcisi kalmamış gerçek yerli halkının ahı var. Duvarlarında Amerikan mafyasının fuhuş, kumar ve içki üçgeninin eserleri asılı hala. Yine de yüzlerce yıllık tarihinde bir gün dahi tam anlamıyla bağımsızlığı yaşayamamış; hala türlü çeşit siyaset oyunularının kozu ya da cezası durumunda.
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
Saman Sarısı / Nazım Hikmet Ran / 1961
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
Küba’nın geleceği turizme; dolayısıyla turistlere bağlı. Bu yüzden her şey dev bir Truman Show platosunu andırıyor. Gülümsemeler sahte, eğlenceler göstermelik, hizmetler ve mekanlar coğrafyanın gerçeklerinden alabildiğine kopuk. Ellerindeki telefon ve kameralarla bu kadim kültürü bir ‘insanat bahçesi’ gezercesine ‘avlamaya’ çalışan turistler ise halkın gözünde sağılmak üzere gönüllü gelmiş inekler misali.
Yeni seçenekleri keşfetme uğruna çıkılan bir yolda, seçeneksizliğin sahte, sınırlayıcı ve buyurgan tavrını hazmetmek, mazur görmek kolay değil.
Peki Küba halkı bunlardan ötürü mutsuz mu? Ziyaretim boyunca her gün, her an bu sorunun yanıtını aradım. ABD’li akrabalarının yolladığı (ve ellerinden asla düşürmedikleri) akıllı telefonlarında takip ettiklerine, çanak antenlere bağlı TV’lerinde izledikleri ışıltılı dünyaya ya da ülkelerini ziyarete gelen turistlerin paralarıyla yaşadıklarına bakarak mevcut hallerinden gurur duymaları zor olmalı. Fakirlik ile zenginliğin bu kadar iç içe yaşandığı çok az ülke gördüm (genellikle bu tip sosyo-ekonomik sınıflar birbirinden mahalleler; hatta bazen şehirler ile ayrılır).
Mutsuz olduklarını söyleyecek bir dayanağım yok. Ama şurası kesin: mutlu da sayılmazlar. Bunu sohbete koyulduğunuz her Kübalı’da görüyorsunuz. Kulağınıza yaklaşarak, kısık seslerle dile getirilenlerde duyuyorsunuz. Ve işin acı tarafı, Küba’nın gelecek projeksiyonunda umut veren bir şey de yok. Gerçeğe dönüşmesi mutluluk verecek bir hayali diri tutmak uğruna; turisti ve halkıyla yaşatılan romantik bir ilüzyon gibi Küba.
Caracas aktarmalı dönüş yolunda insanların açlıktan kelime anlamıyla birbirini yemeye başladığı Venezuela’da inmek üzere Havana’dan uçağımıza binen Business Class yolcularına baktım. Kimdi onlar acaba? Ne iş yapıyorlardı? Nasıl yaşıyorlardı?
Türk Hava Yolları uçuş ekibi bizi Havana’dan alıp Caracas’a geçtiğinde havacılık kuralları gereği bizi yeni bir ekibe devredip 3 gün bu şehirde dinleniyor. Polis korumalı transfer aracıyla ulaştıkları otelden çıkmaları güvenlik sebebiyle yasak. Çünkü dışarı çıktıklarında sağ salim dönme ihtimalleri yok denecek kadar az. Küba neyse ki tarihi boyunca en büyük desteği aldığı Venezuela kadar korkunç bir halde değil. Umarım hiçbir zaman da olmaz.
Birkaç saatlik bekleme sonrası Caracas’tan havalanıp İstanbul’a doğru ilerlerken deniz ürünlerinden oluşan bir yemek sipariş ettim. Yanına en sevdiğim Rioja şaraplarından birini söyledim. Atıştırırken de bunları düşünüp durdum. Şükretmemiz gereken Türkiye’nin çelişkileri miydi acaba? Sahi hangimiz daha fena durumdaydık?
Hepsi bir yana; bunca kasvet ve mutsuzluğun içinde yaşadığım benzersiz mutluluk, utanılası bir şey miydi? Pürüzsüz ergen cildinde arsızca çıkıveren sivilce türünden bir şey miydi bu yaşadıklarım?
Marketlerinde binlerce ürüne sahip, reklam kuşaklarında pazarlanan şeylerin bıkkınlık ve sarhoşluğunda, kağıt üstünde dünyanın en büyük ekonomilerinden birine sahip Türkiye mutlu muydu örneğin? Başka bir açıdan bakarsak; bir Kübalı bir Türk’ten daha mı mutsuzdu? Belki de bu mutluluk denen meselenin sahiden maddiyat ile doğrudan ilişkisi yoktu. Belki de varlık mutluluğun, yokluk mutsuzluğun garantisi değildi.
Belki de…
Ön hazırlığı hariç, derleyip yazması dahi 12 saatten fazla süren şu yazı metrelerce uzadı ama Havana’da nereye gidilir, neresi gezilir, nerede / ne yenir bahsetmemişim bile.
Onları da 2021 ziyaretimden sonra yazarım artık.
Görüşlerinizi paylaşın: