Teknolojiyle haşır neşir olanın kendine has değer yargıları vardır. Din gibi, milliyet gibi dogmatiktir, tartışılmaz. Android ve iPhone cephesini düşünün mesela. Siyasi kutuplaşmalardan farkı sandığınızdan çok daha azdır. Hepsi kendi tarafının misyoneri, tebliğcisi. Ötekinin en öteki, en münafık, en kafir olduğu mücadele.
Sürekli yenilenen, güncellenen oyuncaklarına inat şaşırtıcı derecede tutucudurlar.
Değer yargıları gibi ölçekleri de kendine hastır. Örneğin bir antropolog ya da evrim biyoloğunun zaman ölçeği yıllar; hatta yüzyıllardır. Teknoloji tutkunu milisaniyelerle uğraşır. Gözünün, zihninin algılayamayacağı kadar küçük farklarla sevinir, hüzünlenir.
Daha geçen gün bir arkadaşım yeni telefonuyla fotoğraf çekmek için tıkladıktan sonra kaydetmesinin 2 saniye sürmesine galiz küfürlerle isyan ediyordu.
Oysa düşününce biz (fotoğraf tutkunu o arkadaşım dahil) filmli fotoğraf makineleriyle büyüdük. Çektiğimiz fotoğrafı görebilmek için içindeki filmi bitirip makarayı fotoğraf stüdyosuna götürmek, yıkatmak ve karta bastırmak şeklinde özetleyebileceğim en az 2-3 günlük bir süreç. Üstelik neredeyse iki yüz yıl süreç aşağı yukarı böyle işledi (Polaroid‘i kapsam dışı bırakayorum). Bugünkü çocuğa anlatsan anlamaz. Yine de -bence- bugünkü kuşağın fotoğraftan aldığı keyiften çok daha fazlası alınıyordu her karede.
Keyif ile çile arasındaki bağ
Çocukluğumda en büyük eğlencem mahalledeki apartmanları dolaşıp kapıya bırakılan okunmuş dergileri toplamaktı. Harçlıktan artanı da okunmuş yabancı dergi satan dükkanlara aktarıyordum. Kimi zaman seneler öncesinin, dilini bile anlamadığım dergileri için.
Bilim dünyasındaki gelişmelerden haberdar olmanın yolu Pazar günleri televizyondaki (TRT) programı beklemekten geçiyordu. Milliyet Çocuk dergisinin yayın günü iple çekilirdi. Tükenmeden bir tane dergi kapabilmek için de bankalara koşmak gerekirdi (bugün inanması zor gelse de bankalar senelerce kaç kuşağa ücretsiz özel dergileriyle hizmet etti. Niyeyse külfet geldi sonraları o nimet onlara).
Doksanlarda uzun sayılabilecek bir süre Japonya’da kaldım. O zamanlar Tokyo’ya 1 gün gecikmeli olarak sadece Türkiye Gazetesi ulaşıyordu. Haber açlığından burç yorumlarına, ilanlarına kadar köşe-bucak okuyordum.
Seneler sonra Türkiye’nin o dönemin standartlarında gerçekten online yayıncılık yapan ilk gazetelerini internete geçirdim. Sonra çok daha fazlasını. Sayfa birkaç saniye içinde açılmazsa “site çok yavaş” sitemleri yükseliyor, bir süre sonra belirgin ziyaretçi kayıpları yaşanıyordu (yavaş olduğunu düşündüğünüz siteler için bekleme sürenizi ölçmeye çalışın daha iyi anlayacaksınız). Sabrımız günler ölçeğinden saniye ölçeğine indirgenmişti.
İlkokulda ‘mektup arkadaşlığı‘ denen şeyi keşfettim. Dünyanın dört bir yanından mektuplaşmak isteyenlerin adreslerini paylaşan -yanlış hatırlamıyorsam Finlandiya merkezli- bir sistem vardı. Fakat her adres için -döviz olarak- para ödemek gerekiyordu. Ve o bedel dünyanın en yüksek enflasyonlu ülkesinde yaşayan biz gariban öğrenciler için ÇOK yüksekti. Yine de tosttan, ayrandan fedakarlık eder denkleştirirdik. O zamanki yarım yamalak İngilizcemle ne yazardım tahmin bile edemiyorum ama yolladığım onca farklı kişiden sadece ikisinin (birer kere) cevap yazdığını çok iyi anımsıyorum.
Yine de düşüncesi bile heyecan vericiydi. O ana kadar varlığından bile haberdar olmadığın birinin adresi eline geçiyordu. Önce atlastan şehrini bulurdun. Sonra mektubu zarfa koyup (yine harçlığı kurutan tutarda) pul yapıştırıp postaneye verir ve beklerdin. Önce gitmesini, sonra bir umut cevaplanmasını ve -yine bir umut- sana ulaşmasını. Bu en azından HAFTALAR sürerdi (mavi tik de yoktu). Bütün bu yarı umutsuz çile tarifsiz derecede keyifli ve heyecanlıydı (hiç tanımadığınız birine mektupta ne yazardınız, düşünsenize?).
En eski sosyal ağ: BBS
Seksenlerin sonuydu sanıyorum; modem adlı mucize bir cihaz sayesinde BBS‘leri keşfettim. Keyfini o dönem yaşamayan bilemez. BBS’ler (genellikle) sorumluluk sahibi bir geek’in ev telefonuna bağlı bilgisayarlarıydı (metin tabanlı bir web sitesi gibi düşünün). Tek bir telefon hattının ucunda olduğu için aynı anda sadece 1 kişi bağlanabilirdi (Facebook’a aynı anda tek kişinin bağlanabildiğini, diğer herkesin sabırla sırada beklediğini hayal edin. Edebiliyor musunuz?).
En ilginci, bağlanmak için o BBS’in (yani sahibinin) telefon numarasını bulmalıydınız. Hattın meşgul olmadığı bir anı yakalamak için bazen saatlerce, defalarca denerdiniz. Bağlandıktan sonra hızlıca mesajlarınıza bakmanız paylaşılan dosyalara göz gezdirmeniz ve hemen çıkmanız gerekiyordu. Telefon denen şey bugünün aksine kullanıldığı her saniye aile bütçesinden dev lokmalar koparan bir lükstü. Her evde de yoktu.
Fakat bütün bu çilesine rağmen (hatta belki de bizzat ‘ondan ötürü’) BBS’e bağlanmak Matrix’e girmeye denk bir haz ve fayda sunardı.
Devamındaki yılların bilgisayarları bize eğlenmeyi öğretti. Bugün çoğunuzun ilgisini bile çekmeyecek oyunları oynayabilmek için (kasetten) yüklenmesini beklemek gerekiyordu. Her biri için en az 10 dakika. Üstelik o süre boyunca bilgisayarda başka hiçbir şey yapamadan (multi-tasking ile Amiga çıkınca tanıştık).
Çile ve sabırla pişmek
Benim kuşağıma gayet sıradan gelecek bu örnekler böyle uzar gider. Ama esas anlatmak istediğim şu: Biz sabretmeyi öğrenerek büyüdük. Bugün çileli görünen o mutlu yılların çoğumuzda bıraktığı açlığı, iştahı çok geç anladık. Bu yüzden midir bilmem ama sabır HER kuşağın en kolay unuttuğu şey oldu.
Gerçi bugünün fabrika ayarına kıyasla hala evrim biyologları sayılırız.
MYK Medya döneminde hayata geçirdiğimiz video sitelerinden Televidyon ve Alkışlarla Yaşıyorum‘un istatistikleri beni dehşete düşürmüştü. Videolar 4-5 saniye içinde açılmazsa ziyaretçilerin büyük bölümü sayfayı kapatıyordu. Video mazallah takılırsa izleyicilerin en az yarısı izlemeyi bırakıyordu. O dönemin -bugüne kıyasla- kıt teknolojisiyle bu iki tehlikeyi bertaraf etmek için çok büyük emek, zaman ve para harcadık. Bugünü hayal edin bir de.
Bütün bunların kökeninde sebebini tam olarak açıklayamadığımız telaşımız yatıyor. Konuşmamıza bile yansıyan bir telaş. Sürekli bir koşturmacadayız ve her şeyden biraz daha kolay, çabuk sıkılıyoruz. Apple her sene yeni telefon çıkartsın, her hafta yeni bir yer keşfedelim, gecede en az iki mekan gezelim, her sene terfi edelim, 2 senede bir iş değiştirelim, her mevzuya yetişelim, tatilde o çok bahsi geçen yere gidelim, Instagram’da herkesin giydiği o ayakkabıdan giyelim, fotoğraflarımız bastığımız anda çekilsin, videolar tıkladığımız anda izlenilsin, Tinder’da en güzeller bizi bulsun, Snapchat’in en unutulmaz kareleri bize gelsin, Facebook’ta en çok beğeniyi biz alalım, Twitter’da takipçilere doymayalım…
Üstelik hepsi çabucak olsun-bitsin çünkü listemiz bununla da sınırlı değil.
Telaşımızın bahanesi kısıtlı zamanda daha fazla şey yapabilmek. Ama asıl niyetimiz herhangi bir şeyi hakkını vererek yapmamak için zemin oluşturmak. Kendisiyle başbaşa kaldığında korkuyla karışık bir telaşla cep telefonuna sarılanlara bir de bu gözle bakın. Kendimize yetmeyi unuttuk. Bulunmak için can attığımız ortamlar keyif vermiyor. Yanımızdaki insanlar bize yetmiyor. Çünkü ekranlarda hepsinin çok daha fazlası var(mış gibi geliyor).
Sürekli meşgul edilmek ve eğlendirilmek istiyoruz.
Kişisel teknolojiler bu çağın bağımlılık oranı en yüksek, en ucuz ve en yaygın uyuşturucusu. Bizi hayatın gerçekliğinden milisaniyeler içinde kopartabilen kimyasallar. Dopamin ve serotoninin en ucuz ajanı. Ama her uyuşturucu gibi dozu sürekli yükseltmek gerekiyor. Daha sık ve çeşitlendirerek kullanmak lazım. Bir tanesine uzun süre takılınca keyif vermiyor, kafa yapmaz hale geliyor.
Mutluluk peşindeki telaşımızla gücünü tatminsizlikten alan, mutsuzluktan beslenen bir girdabının derinlerine çekiliyoruz.
[box type=”tick”]Buraya kadar ulaşan siz sabır sahiplerine bir sır vererek kapatayım. Bu uzunluktaki eski yazılarımın verilerinden yola çıkarak bir tahmin yaparsak bu sayfanın linkine tıklayanların yüzde 40’ı -muhtemelen yazıyı uzun bularak- beş saniye içinde kapatıp gitti.[/box]
Görüşlerinizi paylaşın: