Kızlar ile farklarımızı keşfetmeye başladığımız çocukluk yıllarında zihnimizin (dolayısıyla hayalgücümüzün) kıtlığından dolayı aklımıza sadece fiziki detaylar gelirdi. Biraz bu yetersizlikten, çokça da kızları yeterince kızdırabildiğinden olacak, “ayakta işeyemiyorsunuz” kalıbı pek makbuldü (dün Zeynep ile Uluslararası Uzay İstasyonu’na ait bir videoyu izlerken fark ettim ki kadınlar uzaydaki şartlar gereği bu farkı da kapamış).
Gençlik çağımda çok daha büyük; hatta belki Freud’un ‘penis hasedi‘ teorisi kadar derin bir fark daha keşfettim: ‘hamile kalma ve doğurma’. Erkeğin hepi topu bir –azimli– sperm ile katkıda bulunduğu yaşam döngüsünde kadınlar tek başına akıl almaz şeylere vesile ve sahne oluyordu.
Bu meseleye birazdan döneceğim.
İlerleyen yaşlarda, uzun gibi görünmekle birlikte heves / niyet edilen şeyler için asla yeterli gelmeyen hayatın çetelesini tutmaya başladım. Bir dolu merak, heves, hedef ve gayret ile geçen hayatı ölçmek kolay değil.
Küçük yaşta bir erkek için boy, kilo, (buçukların dahi sayıldığı) yaş, penis boyu, koltukaltı kılı ve sakalların çıkması gibi bir dizi seçenek var. Ancak büyüdükçe hayat çoğumuz için düşük bütçeli bir Truman Show uyarlamasına dönüşüyor. Birbirinin aynısı gibi geçen günler, aynı insanlar, dertler, sevinçler, yalanlar, avuntular…
Yaşta değil, başta
Araştırmalara göre çocukluk ve gençliğin yavaş geçme algısı da bundan besleniyor. “Günler; hatta yıllar nasıl da çabuk geçiveriyor!” cümlesinin yaşlılıkta sıkça dillendirilmesi boşa değil. Büyüme döneminde yaşadığımız her şey bir ilk ve büyük bir keşif. Nöronlarımızda binlerce şimşek çaktırıyor. İlk acı biber, ilk güneş yanığı, denizde ilk kulaç, bisiklet tepesinde çevrilen ilk pedal, ilk öpüşme, ilk sigara, ilk aşk, ilk dayak… Sonra -aslında hiçbir gerekçesi yokken- ilkler bitiveriyor.
Evimize her gün farklı yoldan dönebilme ihtimalini yorgunluk, açlık, zamansızlık, yetiştirilmesi gereken işler gibi bahanelerle bertaraf ediyoruz. Restoranlarda dahi bir sürü seçenek arasında siparişlerimiz hiç değişmiyor. Öyle ki restoran tercihlerimizi dahi sevdiğimiz (bildiğimiz) yemekleri içerme ihtimaline göre yapıyoruz. Saçlarımızı hep aynı kuaförde ve hep aynı hassasiyetlerle kestiriyoruz. Kıyafet kombinlerimiz bile aynı. Hepsi için sarsılmaz bir imanla savunduğumuz gerekçelerimiz var.
Zihnimiz saat gibi çalışırken bedenimizin kendini saldığını sanıyoruz ama durum tam olarak bu değil. Aksine, önce beynimiz yaşlandığına ikna oluyor. Sonra bedenimize ‘artık yaşlanabilirsin’ sinyali yolluyor. Birbirini çok sevenlerin ardı ardına ölümü dahi tesadüf değil.
Şimdi şu ‘doğurma’ meselesine geri dönelim.
Annem bana hamileyken hiçbir özel ilgisi olmamasına rağmen sürekli erik yemiş. Erik mevsimi geçince de ekşi ne bulduysa. Doğum sonrasında hayatında her şey normale dönmüş. Ekşiyi seven benim çünkü. Sevmek ama öyle-böyle değil (arada bir sirke içtiğim dahi oluyor). Eriğin müjdecisi Mayıs ayının benim için anlamı bu yüzden bir başka. Yeşil, ekşi, sert ve sulu halini koruyabildiği o kısacık dönemde ne kadar yiyebilirsem o kadar mutluyum.
Ve sanıyorum 20-25 senedir hayatımı erik ile ölçüyorum. “Bu sene de erik yiyebildim.” cümlesi benim için önemli. İki hafta kadar önce 2018 yılının açılış töreninde içimden şükrettim.
Bir televizyoncu meslektaşım ile sohbet ederken kocasının benzer bir hesabı ‘rüzgar sörfü’ üstünden yaptığını söylemişti. Her şeyin normal ‘gidebilme’ ihtimalinden yola çıkarak fiziken sörf yapabilmesini mümkün kılacak kaç haftasonu kaldığını hesaplamış. Dört yüz gibi bir sayı çıkmıştı sanıyorum.
Oysa ben erik yeme hazzını dört yüz defa daha yaşama ihtimalim olmadığını gayet iyi biliyorum. Ölüm bir yana, dişlerimin yerinde durduğu (ya da onların yerine geçecek şeylerin erik yemeyi hala keyifli kılacağı) kaç Mayıs ayım daha var, kim bilir?
İki, yedi, otuz?
Son dönemde yeni bir takıntım daha var: eriği küçükken yediğim gibi yiyebilmeyi istiyorum. Yavaş yavaş, acele etmeden, sindire sindire, tadına, keyfine vararak. Keşke yazıldığı kadar kolay olsaydı. Keyfi zamana yaymak ile bir anda hazzın doruğuna çıkmak arasındaki irade mücadelesi benzersiz. ZOR!
Kendileri için anlamı yetişkinlere göre çok daha fazla olmasına rağmen çocukların dondurmayı yeme şekillerine dikkat edin. Dakikalar boyu, ufak-tefek dil darbeleri… Sonra gelin bir de beni görün, elimde kaç saniye durabiliyor dondurma.
Şairin dediği gibi “Yaşamak değil, bizi bu telaş öldürecek” galiba sahiden.
Midemdeki şişkinliği geçtikten sonra ikinci kase eriğimi daha yavaş yiyeceğim.
Koşturmadan, sükunetle, sindirerek. Bir sene daha erik yiyebildiğimi idrak etmenin huzuruyla.
Görüşlerinizi paylaşın: