Her zaman olduğu gibi bu yazının da bir zihinsel altlığı var. Meraklısı için ‘Madam Eleni ve Hatıraları’ başlığı altına gizledim. Yazıdan önce de okunsa olur, sonra da. Ama okunmazsa bir şeyler eksik kalabilir. Benden söylemesi.
Madam Eleni ve Hatıraları
Ben İstanbul doğumluyum. Çalışmak zorunda’ bir anne-babanın ‘bakılmak zorunda’ çocuğu olarak farklı dönemlerde ikamet ettiğim şehrimin Aksaray / Sofular ve Küçükçekmece / Cennet mahallelerini gözardı edersek Yeşilköy’de büyüdüm diyebilirim.
Sadece İstanbul’un değil -bence o dönem- Türkiye’nin bu en kendine has semtinde Nuh’un Gemisi misali yetmiş milletten yetmiş farklı kimlik bir arada yaşadık, güldük, eğlendik, ağladık, tahsil gördük ve büyüdük. Hatta bir kısmımız arasında evlendi (Yeşilköy ne yazık ki artık o rengarenk halinden çok uzakta). Ama arkadaşlar ve komşuların hatıraları unutulmayacak kadar taze hala.
Alt komşumuz ‘Madam Eleni’ mesela.
Rum olduğunu epey sonra öğrendim. Rum ne demektir, neden ‘Madam’ diye hitap ederiz onları da. Apartman ve mahalle arkadaşlarıma ait özellikler gibi. Dostlarım Herman, Avram ve Nubar’ın Ermeni, Antuan’ın Katolik Hristiyan, Beril ve Davut’un Musevi olduğunu ortaokul yıllarında öğrendim. Çünkü bizim için arkadaşlar ‘meşin top sahibi’, ‘Atarili’, ‘iyi forvet’, ‘güzel kız’ gibi insani sınıflamalara tabiydi. Hepsi de harika insanlardı üstelik. Çocukluğumun bu kadar renkli hatıralarla dolu olmasında payları çoktur.
Fakat aralarında en az iletişim kurabildiğim alt komşumuz Madam Eleni’nin yeri yine de ayrıdır. Sebebi Atina’ya göç etme (dönme değil göç etme; zira onun ailesi bu şehirde hepimizden daha eskiydi) kararı aldığında hayatı boyunca biriktirdiği sigara paketi koleksiyonunu bana hediye etme kararı değil; hayır. (Zaten babam sigaraya başlarım korkusuyla bu teklifi kibarca reddetmiş, Madam da bir odasının dört duvarını kaplayan yüzlerce paketlik o eşsiz koleksiyonu çuvallara doldurup kapıcımıza vermiş, o hınzır da aralarında hala içilebilir olanları ithal sigara fiyatına mahallenin tiryakilerine ‘kaçak sigara’ ayağına satıp, kalanını çöpe savurup heba etmişti).
Ben Madam Eleni’yi kendisine çok yakışan o nazik ve zeki tavrıyla hayatımı kurtardığı için hatırladım hep.
Bir gün nasıl olduysa babamla koca İstanbul’da (rivayete göre eski çağlarda insanların İstanbul’a yerleşmesine sebep; EN sevdiğim balık) uskumrunun bayatını bulmuştuk. Evde pişirip yedikten sonra da bir güzel zehirlenmiş ve halıda solucan gibi kıvranmaya başlamıştık. Babam kusarak rahatlamıştı fakat benim için ölmek kusmaktan daha yeğlenir bir şeydi. Hiçbir alternatif kar etmeyince olay -bir şekilde- Madam Eleni’ye aksetti. Eve geldi, bana baktı ve soğukkanlılığını hiç bozmadan ” sana bir iksir yapacağım ve hiçbir şeyin kalmayacak” dedi.
‘İksir‘ gibi bir sihirli kelimeyi duymak bile kendimi daha iyi hissetmeme yol açmıştı.
5 dakika sonra elinde bir Türk kahvesi fincanıyla geldi. Beni tuvalete yönlendirerek “dik bakalım bir yudumda” dedi. Öyle de yaptım.
AMANIN!
İçirdiği her ne ise midede tutmanın imkansız olduğu cinsten bir şeydi. Çaresiz kusup rahatladım, Madam Eleni’ye dua ederek derin bir uykuya daldım.
Küfür niyetine kullananların dahi çoğu Rum ne demektir bilmez. Ben de hayli geç öğrendim. Ama benim için Yunan ve Rum’un karşılığı Madam Eleni’dir: iyi kalpli, efendi, görgülü, güngörmüş, nazik, yardımsever ve canayakın (Unutmadan sevdiğimiz bir hatayı da anmış olayım; Yunanlı değil; Yunan!)
Geçen ay eşimle ziyaret ettiğimiz son dönemin popüler Yunan adası Tasos (Orijinal yazımıyla Thassos ya da Türkçe karşılığıyla Taşoz) ve hemen karşısındaki Kavala bizi o kadar etkilemişti ki bir kere daha çocuklarla gelme kararı almıştık. Bayram tatili için otelde rezervasyon yaparken benim ani ameliyatım hayalimizde bile yoktu. Nekahat döneminde böylesi bir tatilin pek mantıklı olmayacağını düşünüp iptal etmeye yeltendiysek de evde dinlenme mecburiyetinin verdiği usanmışlıkla -enfeksiyon ve türevi- her türlü riski göze alıp yola çıktık.
Tıklayarak, saniyeler içinde her şeye ulaşmaya alışmış çağdaş her akranı gibi Ali ve Zeynep için otomobil yolculuğu tarifsiz bir eziyet. Bu yüzden 500 km’lik (başka bir deyişle 7 saatlik) bu rotayı biraz yumuşatma adına Keşan’da bir gece konaklama kararı aldık.
Daha önce hiç görmediğim ancak aklımda Haldun Taner’in ölümsüz eseri ‘Keşanlı Ali Destanı‘ ile yer etmiş bu küçük ilçe bana nedense hiçbir şey ifade etmedi. Hatta -bana has- o taşra sıkışmışlığı hissini tetikledi. Fakat yol üstündeki Çamlıbel adlı lokanta ziyareti hepsini unutturdu. Mekan ve personel harika, fiyatlar alabildiğine ucuz, lezzet muhteşemdi (Satır et, köfte, ciğer dolma ve yoğurt yedik. Porsiyonlar gayet doyurucu ve 13-14 TL aralığındaydı). Burayı bir kenara not edin derim (görsellerin hepsini tıklayarak büyütebilirsiniz).
Tatilin başlangıcından birkaç gün sonra yola çıktığımız için olsa gerek ne otoyolda ne de İpsala sınır kapısında sıraya, kuyruğa, trafiğe takılmadan geçtik.
BİLGİ: Yeni ehliyetlerin AB standartlara uyumundan dolayı artık yüzlerce lira vererek ‘uluslararası ehliyet’ tarzı belgeler almaya gerek yok. Gerekli belgeleri hazırlayıp, randevunuzu alıp ehliyetinizi yenilediyseniz sınırdan doğrudan geçebiliyorsunuz. Elbette ‘yeşil kasko‘ olarak da anılan -ve sınır kapsında alınabilen- ‘yurtdışı araç sigorta poliçesi’ hala şart.
Türkiye sınırını aştıktan sonra AB bütçesiyle inşa edilen o meşhur otoyola bağlanıyorsunuz. Bu, Türkiye’nin Güneydoğu sınır kapısı Habur’dan başlayıp Kıta Avrupa’sının Atlantik Okyanusu’na açılan son limanı (en Batı noktası) Portekiz’in Lizbon şehrine kadar süren E90 otoyolunun Yunanistan ayağı. Yunanistan içinde İpsala’dan Adriyatik Denizi’ne bakan İgumeniça‘ya (Reşadiye) kadar uzanıyor. Bomboş ve kusursuz.
Bu otoyolu birkaç saatte kat edip, Keramoti’den feribota bindik ve Tasos’a (Limenas limanından) ayak bastık.
İtfaiyeye ait olduğu belli olan uçak ve helikopterlerin havadaki gayet sıradışı trafiği aklımıza yangın ihtimalini getirdi fakat ortada görünen bir şey yoktu. Otelimize yaklaştığımızda büyük bir duman ve yanık odun kokusu bu korkutucu ihtimali güçlendirdi. Acı gerçekle otele varınca yüzleştik: biz varmazdan 2 gün önce sabaha karşı tepelere düşen yıldırımlar Tasos tarihinin en büyük yangınına sebep olmuş ve adanın üçte birini kül etmişti!
Zamanında sele kapılmış biri olarak doğal afet diye sıradanlaştırılan vakanın nasıl affetmez ve başedilmez olduğunu çok acı bir şekilde öğrenmiştim. Ama yangın geride çok daha ürkütücü bir tablo bırakmıştı.
Hepsi sık ormanların içine yerleşmiş ev ve küçük otellerin neredeyse hiçbiri yanmamış fakat altyapıları ve etrafları kullanılmaz hale gelmişti. Konakladığımız Kekes Beach Hotel adlı (HARİKA) aile mekanının (HARİKA) işletmecisi Maria’nın yangın gecesine dair anlattıkları dehşet vericiydi. Yıllardır adanın itfaiye görevini üstlenen aile hiçbir eğitim ve hazırlık yapmamış, yangın gecesi geç kalmış, görevini ihmal etmiş; hatta Maria dahil bazı yerlere yardım etmeyi reddetmişti. Yangın Kavala’dan gelen tecrübeli ve donanımlı itfaiye birlikleri sayesinde söndürülebilmiş ancak bu acı tecrübe adanın büyük bölümünü yüzlerce yıl geri götürmüştü.
Keşif turuna çıktığımda (2 gün geçmiş olmasına rağmen) toprak hala sıcaktı. Yüzlerce yıllık zeytin ağaçları üstünde mahsulü, içindeki kuşu, börtü-böceğiyle küle dönmüştü.
Orman yangınlarında ‘can kaybı olmadı’ diyen ahmak spikerlere aldanmayın sakın. İstisnasız her orman yangını yüzlerce; hatta bazen on binlerce canlının (ağaç ve hayvanın) ölümüne sebep oluyor. ‘Kayıpsız yangın’ tanımı kendinden gayrıyı ‘can’ olarak görmeyenlerin kibir ve cehaleti sadece.
Baz istasyonları yanmış; telefon yok, mobil internet yok. Kablo altyapısı hepten gitmiş yani teori ve pratikte iletişim yok (tam benlik anlayacağınız!). Dahası plajından oteline adanın çoğu yerinde borular yanarak eridiği için su bile yoktu. Çoğu mekan menüsündeki yemek ve içeceklerin bir bölümünü sunamaz haldeydi.
Anlayacağınız Tasos hakkında izlenim yazmak için olabilecek en talihsiz zamana denk gelmiştik. Ama benim gözlemsiz, tespitsiz bir an geçirmem söz konusu bile olamaz. Üstelik bu sefer önümde gözardı edilemeyecek bir denek grubu vardı: TÜRKLER!
Sınırdan adaya kadar HER YERİ doldurmuştuk. Bayramlarda Türkiye’nin her yanını sabırsız ve küstah 34 plakalı araçların doldurması normaldi. Fakat bu sefer Yunanistan dahi ‘bir avuç Yunanın tatile geldiği’ bir Türk toprağına dönmüştü. 06, 07 ; hatta 67 plakalı araçlar gördüm. Arabasızları da yine Türk plakalı tur otobüsleri taşıyıp getirmişti. Otelleri, yolları, restoranları, plajları özetle her köşeye sızmıştık. Aynı günlerde Türkiye’nin tatil beldelerinde Türk oranının daha az olduğuna eminim.
Dolayısıyla Türkiye’nin bayramı birçok komşu ülkenin de bayramına dönüşmüştü. Ancak düşündürücü bir detay olarak Yunan işletmeciler Türk turistlere bizimkilerin (örneğin) Arap turistlere reva gördüğü muameleyi yapmıyordu. Bizi kazıklamaya çalışmıyor, farklı fiyat çekmiyor, porsiyonu küçültmüyor, ikinci sınıf görmüyor, tiksinen bakışlarla ezmiyordu.
En üzücüsüyse ne yazık ki bizim tatilcilerin çok azı tatil kafasına girebilmişti…
Tatil gözlemlerinden kesitler
Türklerin çoğu tatil yapmaktan çok bir süreliğine de olsa ‘Türkiye’den kaçmak’ için kendini bir yerlere atıveriyor. Bu yüzden Türkiye’ye ait hiçbir şeye tahammülleri yok. Türk görmek istemiyorlar. Etrafındaki Türklerden gözünü kaçırıyor, yardım etmiyor, ilgilenmiyorlar.
Ancak bütün bu çabaya rağmen Türkleri tespit etmek hiç de zor değil. Güya kabalık ve görgüsüzlükten kaçan bu nezih insanlar tatilde alabildiğine kaba ve görgüsüz halleriyle terör estiriyor. Bir yabancı ülkede Türkleri bağıran çocuklarından, sürekli şikayet etmelerinden ve telaşlarından kolayca ayırt etmek mümkün.
Ah o telaş!
Plajda, otel resepsiyonunda, restoranda, yollarda sürekli garip bir telaş halindeyiz.
Kış aylarını atölyeden kursa taşınarak geçiren ‘proje çocuklar’ metrekareye 3 kişinin düştüğü koylarda koşturup duruyor. Hepsi de anne ve babalarının cep telefonlarıyla değil de kendileriyle ‘ilgileniyor’ olmasının sarhoşluğunda. Kulağınızda sürekli isimler çınlıyor. Helikopter anne-babalar sürekli çocuklarının çevresinde, tepesinde dolanıp direktifler veriyor (yüz, çık, açılma, açıl, gel yemek ye, dikkat et, burnunu sümkür, girmişken çişini yap, BAĞIRMA). Çocuklar da durur mu; onlar da her fırsatta ailelerine bir şeyler yetiştiriyor (eskaza görünen bir kum balığı bile T-rex fosiliymişçesine -elbette bağırarak- rapor ediliyor).
Herkes durmaksızın yüksek perdeden birbirinin adını sayıklayıp duruyor.
Denizin pek bir şey ifade etmediği bu çocuklar kısa sürede usanıp anne-babalarının (hatta çoğu zaman kendilerinin) telefon ve tabletlerine gömülüyor. Aralarındaki rekabet yüklemelerine izin verilen ücretli oyun ve uygulamaların sayısı üstüne.
Aileler arada başka ailelere uyuz olarak (hatta bazen onlarla tartışarak) birbirlerine yanaşsalar dahi kısa süre sonra mutlaka bir şey bulup kendi arasında kavgaya tutuşuyor. Yenilecek yemekten oturulacak şezlonga, sürülecek kremden seçilecek yola kadar her şey tartışma için mümbit.
Kendine dahi tahammülü olmayan bir sürü insan.
Yüzü gülen bir Türk varsa bilin ki selfie çekiyordur. Bütün suratsızlığıyla sahilde ‘uygun ortam’ arayanlar telefonun kadraj için havalanmasıyla bir anda hayat dolu, eğlenceli, mutlu bir varlığa dönüşüyor. Çekim bitince (ki içe sinen bir kare uğruna bu işlem bazen 10 dakika bile sürebiliyor) suratlar anında asılıveriyor yeniden. Ama sosyal medyadan gelen ‘like’lar ve ‘hayat sana güzel‘ temalı (haset) yorumlar şerefine küçük gülümsemeler de olmuyor değil hani.
Anladığım o ki Türkler artık sadece irili – ufaklı ekranlara bakarken gülümseyebiliyor.
Ben ise hala “Burası Kumburgaz’a dönmüş!” diye bizim duyacağımız perdeden, azarlar bir tavırla söylenerek sahilde devriye gezen teyzeye gülüyorum.
Siperdeki neferlere yönelik umutlarımı bile sorgaladım bu son tatilde.
Tasos Adası için tavsiyeleri
Bu yazıyı Tasos’a dair tüyolar için okuyanlar da olabilir mutlaka. Dediğim gibi çok talihsiz bir zamanına denk geldik ama aklımda kalanları yine de sıralayayım:
- Adada 4-5 yıldızlı oteller var fakat bunlar keyif verir mi bilemiyorum. Biz tercihimizi küçük otellerden yana kullandık. Bu sefer kaldığımız Kekes Beach Hotel her anlamda beklentilerimizi karşıladı (Bilgi: Sadece oda satışı var. Kahvaltı, öğlen ve akşam yemekleri fiyata dahil değil). Giderseniz Maria’yı öpün ve bizden selam söyleyin.
- Neredeyse her yere adayı çevreleyen (güzel asfaltlı ve manzaralı) bir yoldan ulaşıyorsunuz. Çepeçevre turlama 1 saati aşan bir yolculuk gerektiriyor. Dolayısıyla sağ taraftan mı sol taraftan mı gideceğinize yola çıkmadan karar verin. Bu size epey zaman kazandırabilir. Google / Yandex Harita uygulamaları burada da hayat kurtarıyor.
- Adanın her yanı plaj. Ancak kiminde işletmeler var kiminde yok. Olmayanlar sakin ve huzurlu ancak yanınızda en azından bir şemsiye (ve bir miktar içecek) götürmeniz gerekiyor. İşletmecilerin olduğu yerler nispeten daha kalabalık ancak hem tesis hem de yemek fiyatları ÇOK ucuz (öğünlerde kişi başı 20 Euro’dan fazla harcama yapmanız imkansız gibi).
- Rüzgarın günlük durumuna göre adanın (denizinin) bir tarafı diğerine kıyasla daha sakin olabiliyor. Çarşaf gibi deniz sevenlerdenseniz telefonunuzdan rüzgar yönüne bakıp seçiminizi yapın.
- Meze ve deniz ürünlerinin keyfini çıkarın. Cacık denen şeyin nirvanasıyla tanışın. Ahtapot nasıl yapılırmış görün. Patlıcan musakka bulduğunuz yerde kaçırmayın. Mekan olarak tavsiyelerim Adada liman yakınındaki To Tavernaki, Panayia’daki Elena (buradaki oğlak çevirme, ciğerle doldurulmuş kokoreç ve kuzuyu unutmayacağınıza eminim) ve Limeneria’daki To Limani. Anakaradaysa (gitmeden önce ya da sonra) mutlaka Nea Peramos’taki Του Κωσταντάκη adlı mekana oturun (patlıcan musakka ve istakoz hamburgeri kaçırmayın). Adanın keçi peynirleri de muhteşem lezzetli. Izgara yaptırın ve beni hatırlayın!
- Ben bira, rakı, uzo, beyaz şarap vs falan bilmem / içmem. Ama benim gibi kırmızı şarap sevenlerdenseniz her mekanın menüsünde göreceğiniz ‘dry house wine’ları gözünüz kapalı sipariş edin. 5-6 Euro bandında yarım litre muhteşem kırmızı şarap garanti.
- Alışveriş için adaya has orijinal yerler pek yok. Fakat sanat ve tasarım ürünleri galerisi Molly’s Art (ve az ötede kızına ait dükkanı) kesinlikle bakılası. Bizim tatil masrafımızın neredeyse yarısı bu mağaza yüzünden olmalı.
- Ada mermer ve zeytinyağı ile ünlü ancak yerlilerle sohbetlerimizde bir kısım üreticinin doğal ve sızma olarak tanıtmasına (ve görünüş ve lezzeti kusursuz olmasına rağmen) rağmen zeytinyağında bazı kimyasal madde(ler) kullandığını öğrendik. Dolayısıyla bu tip şeyleri yerlilerin referans olduğu yer ve kişilerden satın almak daha akıllıca.
- Adada Türklere rastlamadığımız tek yer Archangel Michael Manastırı oldu. Oysa muhteşem ve etkileyici bir yer. İsa Peygamberin gerildiği haça ait olduğu iddia edilen bazı kutsal emanetler dahi içeriyor. Bu yüzden Hristiyanlar hac ziyareti için de uğruyor. Trabzon’daki Sümela Manastırı‘nı gezerken zihnimde dolanan cümle burada yeniden belirdi: böyle bir yapıyı insana sadece din yaptırabilir. Burasını ziyaret ücretsiz ancak kıyafet kuralı var (şort ve mayoyla giriş yasak ancak kıyafeti uygunsuz olanlara girişte yine ücretsiz pantolon ve örtü veriliyor).
- Alice (Aliki) Koyunun yanında gizli, küçük bir patika sizi mermer madenleriyle ünlü bu adanın (artık kalıntılardan ibaret kalmış) antik limanına götürüyor. Sıcak, güneş, toprak demeden bu rotayı yürüyün derim. Manzara kesinlikle çabanıza değecek.
- Tasos hakkında bilgiler için bulduğum en iyi site şu oldu (İngilizce).
- Her ne kadar satış temsilcileri aksini söylese de dönüşte Yunanistan Duty Free dükkanından alacağınız tütün ve alkol ürünlerinde geleneksel sınırlamalara tabisiniz. Türkiye’ye girişte aracınız aranır ve fazlası bulunursa vergi ödemek zorunda kalırsınız. Ayrıca Türkiye’ye yurtdışından zeytinyağı, et ve süt ürünleri sokmak da kanunen yasak; aklınızda olsun (buna değil ama sigara ve alkole hassaslar).
- Son olarak Tasos’tan bağımsız bir tatil (hatta yaşam) tavsiyesi: Kendinizi her şeyi yaşama, yeme, görme telaşına esir etmeyin. Bulunduğunuz yerin ve anın keyfini çıkartmaya çalışın. Unutmayın ki tatildesiniz. (Çok istiyorsanız) kendinizi dönünce helak edin.
Şezlong tepesinde 2 kitap bitirdim. Bir tanesi -3. defa okuduğum- merhum Necip Hablemitoğlu’nun canına malolan kitabı Köstebek oldu. Sıradaki yazım büyük ihtimalle onunla ilgili olacak.
Son mesajım: Türk de olsa (!) insanları sevin, yaşamın keyfini çıkartmaya çalışın. Dertlere değil şükredileceklere odaklanın (yorumlarınızı da lütfen aşağıda paylaşın).
Ali Bey hepinizi sevgi ve neşeyle selamlıyor! ?
Görüşlerinizi paylaşın: