‘Şükretmek’ enteresan bir kavram. Aynen ‘hoşgörü’ gibi içinde gizli bir kibir var. Sanki daha iyilerine layıkmış, olmamış; ama bu kadarına da ‘eyvallah’ dermiş gibi. Üstelik ‘erdemler galerisinde’ hep yüceltilmesine rağmen her şeyimiz şükretMEme üstüne kurulu. ‘O selülitlerle yaşamaya utanmıyor musun? Kimse görmeden al hemen şu kremi, sür sabah-akşam!’. ‘İnsandan çok mandaya benziyorsun. Zıplayanlar Pilates Merkezi’nde haftada 3 seansla sen de Instagram’da gördüğün o kusursuz kalçalara kavuşabilirsin’, ‘2 senedir aynı işte misin? Kariyer lağımına yuvarlamadan hemen CV’ni güncelle ve -daha mutsuz olacağın- yeni bir iş bul’.
Arabanı değiştir, işini değiştir, dişlerini beyazlat, evini yenile. Aslında tercih etmediğin ama etrafındaki herkesin ölüp-bittiği o beldede tatile çık.
Şükretmek şart değil elbet. Fakat sağlık konusunda kesinlikle gerekli. Çünkü garip bir şekilde sağlıklı olmayı normal sanıyoruz. Oysa sağlıklı olmak dünyada çok az kişiye bahşedilmiş, istisnai bir hal (inanmıyorsanız gidin, birkaç test yaptırın da görün. ‘Hemen geçer’).
Garip bir şekilde sağlık sektörü de şükür sevmiyor. Önleyici sağlık bir yana kimi zaman akortları bozup kendi de hastalık, musibet icat edebiliyor.
Tam olarak neye denk geliyor bilmiyorum ama ben doktor, ilaç, hastane, tedavi sevmeyen o garip, anlaşılmaz gruptanım. Sağlık adına sevdiğim tek şey ameliyat olmak. Onun da sebebi ‘narkoz’ dediğimiz anestezi evresi. Uykuyla aramdaki kan davası narkozda mola veriyor. Ve ben o destursuz, deliksiz uykuya HASTA oluyorum!
İlaç sevmem ama asla. Mesela sizin başınız ağrır, bir ağrı kesici alıp hayatınıza devam edersiniz. Ben Rambo misali onunla boğuşurum. Bir ağrı geliştiren vücut onun şifasını da üretebilir elbet, değil mi? (keşke öyle olsaydı). Nice günlerim, anlarım heba olmuştur kimbilir bu inatlar uğruna.
Beden İletişimi Dersi
Tam olarak ne zaman başladığını bilemiyorum ama son birkaç senedir sağ yanağımda; kulağımın önüne doğru bir şeyler elime geliyordu. Bu yazıdan 132 hafta önce traş setimi unuttuğum bir yurtdışı seyahatimle birlikte hayatıma giren ‘sakal’ın örtücü etkisi de ağır ağır büyümesine rağmen onu görmezden gelmeme yardımcı oldu.
Bu elbette bir hataydı.
Fakat yine de onu düşünmediğim, yoklamadığım bir günüm bile olmadı. 2013 gibi bir baktırayım dedim. Yeni açılmakta olan lüks bir hastanenin acemilik dönemine denk gelince yine güme gitti. O ise hiçbirine aldırmadan yavaş yavaş büyümeye devam ediyordu (aşağıda -Instagram yüzünden- terse gelse de fark edebilirsiniz).
Sonunda dayanamayıp geçen ayın ortalarına doğru ailemizin Kulak-Burun-Boğaz Doktoru Mert Bilgili‘nin huzuruna (bir kere daha) çıktım.
O bölge -sağda 3, solda 3 adet olmak üzere- toplamda 6 tükrük bezimizin en büyüğüne evsahipliği yaparmış (hekimler ‘parotis’ diyor). Muayene, MR derken anlaşıldı ki usul usul büyüyen o şey –neyse ki iyi huylu– bir tümörmüş. Ve her iyi huylu şey gibi kırılgan, mahçup, dertsizmiş. (Yaban otu gibi) kötü huylu olsaymış her yana çok daha hızlı yayılıp, her boşluğa sızarmış.
“3,5-4 santim kadar var ama istersen almayalım” dedi Mert. Direkt reddettim. Olası bir erteleme benim standartlarımda en az 10 yıla denk gelebilirdi (üstelik narkoz uykusunu kaçırmak da olmazdı).
Eşimin hayatımda ‘puro, kötü beslenme ve kadınlar’ şeklinde özetlediği illetlerin bir payı var mı muamma. Ama şaka bir yana neden olduğuna dair sahiden bir fikrim(iz) yok.
Olurmuş öyle…
Sakallara veda
Bana düşen ameliyat öncesi sakalları kesmekti. Zaten sakaldan artık epey sıkılmış; sinekkaydı (ve simetrik) bir yüz ile yaşamak istiyordum; isabet de olacaktı. Fakat ameliyat için olunca keyif vermesini beklediğim bu traş aksine hüzün verdi. Kolunu kanadını kırar, yiğide kelepçe vururlarmış misali.
Mert, yüz sinirlerini ayıklama safhası yüzünden ameliyatın epey uzayabileceği konusunda önceden uyarmıştı. Bu zamana dek hiç bilmezdim; meğer yüzümüzdeki her kası ve bezi kontrolü eden sinirler tam o bölgede kafatasından (beyinden) çıkıp dantel gibi dağılırmış. Sarı hatlarla temsil edilen yüz sinirlerinin çıktığı bölgeyi aşağıda (kulak önünde) görebilirsiniz (tıklayıp büyütmeniz de mümkün).
Ameliyatta kulağımın üst sınırından boynuma kadar uzun bir kesik açılıp önce milimetreler ölçeğinde ilerleyerek sinirler ‘kenara alınacak’, ardından ‘olay mahaline intikal edilecek’ ve tümör üstüne yapıştığı tükürük bezinin bir kısmıyla birlikte çıkarılacaktı. Fakat bu ‘sinir ayıklama’ sırasında geçici ya da kalıcı yüz felci riski de vardı. Bu ihtimal hayatını benim gibi sahne ve ekranlarda konuşarak kazanan biri için bu en hafif tanımıyla ‘bitiş’ anlamına geliyordu. Endişe etmedim desem yalan olur.
Aile ve akrabalar dışında kimselere haber vermeden 5 Eylül Pazartesi 6 saat süren bir ameliyatla tümörümden ayrıldım. Kitlenin boyutu da ameliyatın süresi gibi tahminlerimizi aştı: 7,5 santim! Bana çıkan ‘şeyin’ fotoğrafı bile dehşet verici geldi.
Oysa senelerce beraber nasıl da uyumlu yaşamıştık. İnsanoğlu nankör. Bedeninden çıkana bir anda nasıl da yabancılaşıveriyor.
Ameliyathanede etrafımı inceleyip “buradan iyi yazı konusu çıkar” demiş; hatta ekiple bir şeyler konuşmuşum ama hiçbirini hatırlamıyorum. O dertsiz, deliksiz, uzun uykudan geriye kalan tek anı Mert’in aşağıdaki karesi.
Aynalara mesafeli zamanlar
Ameliyatın üstünden 5 gün geçti. Evde (sözde) dinleniyorum. Herhangi bir şeye odaklanamadığım için ne doğru dürüst bir şey okuyabiliyor ne de izleyebiliyorum (bu yazı bile epey uğraştırdı). Mesajlar birikmiş, bir ara bakmalı.
Dışarı çıkasım da yok pek. Yüzümün sağ tarafında oluşan (beklenen / doğal) ödemin şişliği ifademi epey bozdu. Boynumda dev bir gıdık, şiş bir yanak ve nedense devasa hale gelmiş bir sağ kulak ile yaşıyorum. 6 ay ile 1 sene içinde hepsi geçecek diyorlar. Dilim anca kendine geldi ama operasyon bölgesi epey hissiz. Hele kulağım sanki başkasının gibi.
Canımı en sıkan çıkan kitlenin bıraktığı oyuk oldu. Ameliyatıma giren Plastik Cerrah Aret Çerci Özkan bölgenin zamanla dolacağını, yeterli gelmezse vücudumdan alacağı küçük bir yağ parçasıyla halledeceğini söyledi. Neyse ki göbeğimde Marmara bölgesindeki tüm vakalara yetecek kadar rezervim var.
Yine de ne güzel sakalsız yaşayacaktım; kısmet değilmiş. Barış Manço da meşhur bıyığını dudağını dağıtan bir trafik kazası yüzünden bırakmak zorunda kalmıştı. Belki benim alametifarikam da sakalım olur 😉
Ama en zoru da ne biliyor musunuz? Sıkışan göz sinirlerimden biri yüzünden sağ kaşımı ve alnımı şimdilik hareket ettiremiyorum. Masaj ve çalışmayla (umarız birkaç ayda) düzelecekmiş. Yüzüne hükmetmeyi isteyip -hatta ettiğini sanıp- edememek ne büyük işkenceymiş (kaşlarımı kaldırdığım eski karelere bakarak özlem gideriyorum).
Ağzımı hala tam açamadığım için bir şey de çiğneyemiyorum. Olan nimeti yiyememek en az ondan mahrum olmak kadar dertmiş.
Hepsinin sonunda yazının en başına dönelim ve kayda geçirelim: bütün bu dert ve musibetlerin bende bıraktığı hissin özeti: şükür.
Hem nasıl.
Hiç gereği ve hayrı olmayan bir illet bedenime musallat oldu; evet. Ama neyse ki şifası vardı. Doğru-düzgün hekimlerin eline düştüm. Yepyeni şeyler öğrendim. Sahip olduklarımın önemini, değerini ve kırılganlığını bir kere daha hatırladım. Bugün hala konuşabiliyor, yazabiliyor, düşünebiliyorum. Dünyadaki nice dertten benim payıma da bu düştü. Kendi adıma derslerimi fazlasıyla çıkardım.
İlk konuşmam 22 Eylül’de. Suskunlukla sabrettiğim bu ağrıların acısını sahnede çıkaracağım!
Kendinize (kelime anlamıyla) iyi bakın ve bedeninizi ihmal etmeyin. Şu hayatta gerçekten sahip olduğumuz tek şey bedenimiz. Musibetler olmasa hatırlayacağımız da yok üstelik.
Bu vesileyle kendileri için (yine kendi deyimleriyle) “Safari’de erkek aslan yakalamak” kadar nadir ve keyif verici bu hassas operasyonu ‘yüzümün akıyla’ sonlandıran doktorlarım Mert Bilgili ve Aret Çerci Özkan’a da sonsuz teşekkürler. Emsal vakalarda aklınızda bulunsunlar mutlaka.
Görüşlerinizi paylaşın: