Benim için çok ilginç iki olayın yaşandığı bir hafta oldu. Birincisi hayatımda ilk defa kendi sahibi olduğumuz bir eve taşındık. İkincisi hayatta ‘arkadaşım’ dediğim birkaç insandan biri gencecik yaştaki eşini bir sağlık sorunu nedeniyle kaybetti…
İkincisi daha önemli geldiği için ondan başlamak isterim.
Ölüm denince aklıma gelen iki cümle var: ‘mezarlıklar yeri doldurulamaz insanlarla doludur’ ve ‘hiçbir ölüm vakitli değildir’. Aklıma yer etmiş olsalar da ikisi de alabildiğince pragmatist, duygudan yoksun ve ölümün ne demek olduğunu anlatmaktan çok uzak…
Eşini kaybeden arkadaşımın çocukluğu Heybeliada’da geçtiği için eşinin mezarının da orada olmasını istemiş. Biz de son görevimizi yerine getirmek için sabah vapura atlayıp adanın yolunu tuttuk…
Ada enteresan bir kavram. Anakara denilen yerden uzakta, kendine has ulaşım şekilleri ve saatleri olan, ayrı bir yaşamın farklı bir frekansta yaşandığı bir yer. İnsanları farklı, esnafı farklı, evleri; hatta kedileri bile farklı.
Neredeyse bir vapur insan iner inmez camiye doğru yolumuzu tuttuk. Hep gülüştüğüm, espri yaptığım adam hiç görmediğim bir haldeydi. Özellikle erkeklere böyle durumda metanetli, ölçülü, dirençli durma rolü biçilir. Daha 30’unu biraz geçmiş bir insanın; eşinin ölümünü insan nasıl metanetli karşılar dirençli durur, ben düşünemiyorum. O elinden geldiği kadar sakindi. Sarılmak istedim olmadı, konuşmak istedim; ne aklıma bir şey geldi, ne de onun konuşacak hali vardı. Sormak istediklerimin cevaplarını da muhtemelen milyon kişi zorla almaya çalışmış olacağından ilişmedim.