(Kimi konuşarak, kimi yalnız kalarak, kimi düşünerek, kimileri de başka şeyler yaparak rahatlar. Ben sıkıntılı anlarımda yazarak rahatlıyorum. Bu yazının da amacı bu. Okursanız aklınızın bir köşesinde bulunsun)
Kanser bize hep uzaktı.
Kutuplarda can veren foklar, okyanusta sızan petrol, Adana-Pozantı karayolunun 16. kilometresindeki trafik kazası, Japonya’daki deprem gibi.
Ne beter bir illet olduğunu, ne canlar yaktığını, ne ocaklar söndürdüğünü bilirdik de bilmezdik. Acısını hisseder ama tam olarak nedir, ne değildir kestiremezdik.
Meğer yaşayarak öğrenmemiz gerekiyormuş.
Babam sağlığına dikkat edenlerdendi. (Teknik olarak kayınpederim oluyor ama ona hep baba dedim. Öz babam kadar sevdim. O da beni kendi çocukları kadar sevdi. O babam, ben de oğluydum)
Kilometrelerce yürür, içki-sigara içmez, spor yapar, az ve sağlıklı yerdi. Hiçbir stresi, sıkıntısı, borcu, harcı, derdi yoktu. Göbeği bile olmamıştı hiç ama gözle görülür şekilde kilo vermeye başlamıştı. Az yemesine bağladığımız bu durum zamanla kalıcı hale geldi. Canımızı sıkmaya başladı.
Bir gün aniden gözleri görmez oldu! Gözüne pıhtı yerleşmiş. Sebebiysi kansızlık. Doktorlar bu yaşta bu tip kansızlığı hayra yormadı. Tahlil üstüne tahlil derken acı haber geldi: pankreas kanseri! Hem de en kötü türünün en son evresi.
Son evre dediğime de bakmayın; dünyanın en hızlı seyreden kanser türlerinden biri. Yani en fazla birkaç aylık dönemden bahsediyoruz. Teşhis ve tahlil döneminde günler bazında erimeye başladı. Tam o esnada geçirdiğim motor kazasını bu yüzden ailemden kimseye söyleyemedim. Acil serviste tek başıma rontgenden MR’a giderken ailem hastanede babamın yanında koşturuyordu.
Doktorlar hep kibarca yapacak bir şeyin olmadığını söylüyor, uğraşıp hastayı iyice yormamamızı istiyordu. Mantık da böyle söylüyordu ama babanız ölürken mantık yürütmek kolay olmuyor. Allah kimseyi o duruma düşürmesin.
Eşim birkaç hafta içinde bulabildiği bütün doktorlara, uzmanlara danıştı. İlk doktor 6 ay ömür biçmişti, diğerleri birkaç ay. Birkaç ay insana uzun geliyor böyle bir durumda. Koskoca birkaç ay! Pek çok şeye yeter…
Babam hastanede yatmak istemiyordu. Saygı gösterdik. Sadece sürekli düşen kan değerleri için bir-iki defa hastaneye kan nakline götürdük. Aynı dönemde yemek yemeyi reddetmeye başlamıştı. Teşhisten üç hafta sonra yataktan kalkamaz haldeydi. İlerleyen günlerde su içmeyi de reddetmeye başlayınca serum bağlattık.
O ara sol tarafına felç geldi.
Geçen hafta, 13 Eylül sabahı ziyaretine gittim.
Babam zayıflamanın da ötesine geçmiş, belinin üstünde kelimenin tam anlamıyla ‘bir deri, bir kemik’ kalmıştı. Belinin altı; yani ayakları ise ödemden davul gibi şişmişti. Hep yatıyor, konuşamıyordu. Zorla nefes alıyor, ısrarla bir şeyi sorunca basit tepkiler veriyordu. Hepimizin tek merakı acı çekip çekmediğiydi. 3 kere sorduğumuzda ‘hayır’ der gibi başını salladı. Sevindik. Gülümseyemedik ama ÇOK sevindik.
Hep işaret ediyor, elinin tutulmasını istiyordu. Bir süre de ben tuttum. Elleri BUZ gibiydi. İçimden bile söylemeye dilim varmadı ama sahiden bir ölü eli gibiydi (insan tenindeki o ölüm soğukluğunu bilen bilir).
Bir şeyler söylemeye çalıştım, bana bakar gibi oldu. O an rahmetli anneannemde gözlediğim bir şeyle karşı karşıya geldim: gözünün feri gitmişti. Buna şahit olmanızı istemem. Gözlerde görmeye alışkın olduğunuz o parlaklığın yerini bulanık, soluk bir şey alır. Işıltıdan eser kalmaz, bakışlar bir şey ifade etmez.
Babam kafasını çevirip baktı ama beni gördü mü, elini tutan, onunla konuşanın ben olduğumu anladı mı bilemiyorum. Onu çok sevdiğimizi, elimizden geleni yaptığımızı, bizim için çok değerli olduğunu söyledim. Dua ettim. Elini öptüm. Hiçbir tepki vermedi.
Hep ağzından nefes aldığı için dudakları kurumuş, yara olmuştu. Ağzının içinde de yaraları seçebiliyordum. Nemlendirici kremler bile fayda etmiyordu.
Eve gelen doktorumuz yapılması gereken her şeyin zaten yapıldığını, yanında olup destek, moral vermekten başka yapacak bir şey kalmadığını söyledi. En fazla 4 hafta yaşayabileceğini ekledi. Sırada bilinç kapanması ve ölüm öncesi kanser ağrıları başlayacaktı. Ağrıların çaresi vardı; acı çekmeyecekti ama diğer hiçbir şeyin yoktu.
Kanser pankreastan karaciğere sıçramış, vücudun birçok yerine yayılmıştı çoktan.
Daha onlarca sene yaşaması beklenen koca babamız gözümüzün önünde eriyip gidiyordu. Ve hiçbir şey yapamıyordunuz. Para, dua, şans; hiçbir şey fayda etmiyordu…
Planlar, küçük molalar
16 Eylül Cuma günü sabah fizik tedavi seansım o kadar acılı geçti ki ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kafamı dağıtmak için kendimi biraz şımartmak istedim. Ağrılar içinde önce İstiklal Caddesi’ndeki Garanti SALT’taki iki galeriyi, sonra Tepebaşı’ndaki Sahaf Festivali‘ni gezdim. Ardından dakikalarca boş taksi bulamayınca elimdeki kitapların da koluma yüklediği ekstra acıyla Şişhane’den metroya bineyim dedim. Yolumun üstündeki İKSV dükkanına biraz göz attım, ufak tefek bir şeyler aldım. Tam o esnada uzun zamandır görüşemediğim bir arkadaşım aradı. Tünel’deymiş. Haydi dedik buluşalım; birkaç adım ötedeki restoranda oturduk. Güzel bir sipariş verdik.
Nispeten hafiflemiş acımı unutmak üzereydim. Güzel bir gün geçirmiştim. Gece de ağrıdan uyuyamamış, epey uykusuzdum. Biraz sonra evde mışıl mışıl uyuyacaktım. Ama motor kazam sayesinde aldığım en büyük dersi unutmuştum: hayatta en saçma şey plan yapmaktı.
Siparişler masaya geldikten birkaç dakika sonra eşim aradı. Babamızın damar yolunda problem vardı ve ne yapabileceğimizi soruyordu. Birkaç dakika sonra tekrar aradığında fenalaştığını ve yanına gideceğini söyledi. Yemeği yarıda bırakıp taksi bulmak için sokağa fırladım. Taksiye bindiğimde tekrar telefonum çaldı. Eşimin çığlıklarından söylediği anlaşılmıyordu ama ne olduğunu anlamıştım.
Babam o dakika son nefesini vermişti…
Berbat bir Nişantaşı trafiğinden çıkardığımız aracımızla bitmeyecek gibi gelen bir yolun ardından eve ulaştık. Babam hayatının son günlerini geçirdiği yatağının hemen yanında, halının üstünde, beyaz bir çarşafın altında yatıyordu. Sağlık ekiplerinin çabaları işe yaramamış.
Çenesi bağlı yüzünü açtılar. O kadar huzurlu görünüyordu ki üzülemedim. ‘Huzur içinde yatsın’ dedikleri oydu işte. Bir insanın yaşayabileceği en büyük dönüşümü geçirdiği iki ayın ardından artık eski günlerindeki kadar huzurluydu.
Acının prosedüre karıştığı anlar
Defin için Mezarlıklar Müdürlüğü’nü aradık. Belediye’den bir doktor geldi, bedenini tetkik etti, yeşil bir kağıda ölüm raporunu yazdı verdi. O kağıtla o güne dek yolunu bile bilmediğim Karacaahmet Mezarığı’ndaki ofise gittim. Nakil aracıyla eve döndüm. Bir çarşafı keserek yaptığımız kuşaklarla babamı bağladık. Komşuların yardımıyla merdivenlerden indirip önce tabuta, ardından araca yerleştirdik (boş tabutun bile ne ağır olduğunu yarı sakat kolla kaldırmaya çalışınca anladım). Gasilhane içindeki morgda bir ‘göze’ yatırdık.
Eskişehir’e gömülmek istemiş. Nakil için yine Belediye’nin bir aracını ayarladım. Bir de refakatçi. Gece yola çıktılar. Oradaki akrabalar da gasilhane, imam ve mezar işlerini ayarladı.
17 Eylül Cumartesi günü birkaç saatlik uykuyla direksiyon başına geçtim. Öğle namazının ardından babamı Eskişehir Asri Mezarlığı’na defnettik.
Birkaç saat sonra yine otomobille İstanbul yolundaydım. Gece televizyon programım vardı ve ben ekran başındaki insanlara 2 mutlu saat geçirtmekle yükümlüydüm. Benim için gerçekten çok zor bir program oldu. Sürekli babamın mezarı gözümün önüne geliyordu. Sağ kolum ister istemez yardım ettiğim tabut taşıma ve benzeri işlerden dolayı yayın boyunca dayanılmaz ağrılar içindeydi.
Programın ardından her zaman olduğu gibi ekiple toplantımızı yaptık, eksik, gediklerin üstünden geçtik, hataları not ettik ve biraz kafa dağıtmak için Karaköy’de bir kahveye oturduk. Sabahın ilk saatlerine doğru ilerliyorduk. Telefonum çaldı ve hala Eskişehir’de olan eşimden ikinci şokun haberini aldım.
Babamızın üzüntüsüne dayanamayan dayımız da kalp krizinden vefat etmişti!
Hemen eve döndüm. Bir duş aldım, üstümü değiştirdim ve bir taksiyle ucu ucuna yetiştiğim sabah 7 treniyle yine Eskişehir’e yola çıktım.
Durum felaketti. Babamın vefatıyla yıkılan büyükanneye kimse dayıyı söyleyemiyordu. Kimileri anlatılmasının gerektiğini, kimilerinin sonra paylaşmanın daha uygun olacağını öne sürüyordu. Babamın üzüntüsünü unutmuş, daha topluca bir dua bile edemeden dayımızın acısına düşmüştük. Bir yandan da büyükannemiz anlamasın diye üzülemiyorduk. Gelenlere, arayanlara da bu durumu tek tek tembihliyorduk.
Bir vefatın ardından yaşayabileceğiniz en garip durum anlayacağınız.
Pazartesi kılınan cenaze namazının ardından dayımızı da babamızın hemen bitişiğindeki mezara gömdük. İki gün önce başında dua ettiği mezarın yanına…
Büyükanneye alıştıra alıştıra söylemeye çalıştık. Daha yoğun bakım der demez çenesi titredi, tansiyonu 20’ye fırladı ve acil servise kaldırdık. Vazgeçtik.
Salı sabahı annem söyleyiverdi.
Bu 3 gün içinde yorulmadığım kadar yoruldum, üzülmediğim kadar üzüldüm. Yazacak o kadar çok şeyim var ki, onlarca sayfa böyle devam edebilirim. Bazı konulara ayrıca, başka yazılarda değineceğim zaten.
Ama bu yazının özeti şu olsun:
- Hayat kestirilebilir bir şey değil. Onun için hiçbir şeyi ertelememeye çalışın.
- Plan yapmayın. Planların tutması mucizevi bir şey. Tutanlar da aklınızı çelmesin sakın. Zira bir planın bozulması için milyonlarca sebep / ihtimal var. Hayatınızı mucizelere bağlamayın. Olduğu gibi yaşayın. Her şeye hazırlıklı olmaya çalışın.
- Kanser, ama özellikle pankreas kanseri; ve özellikle bazı pankreas kanseri türleri sapasağlam görünen birini birkaç hafta içinde eritip bitirebiliyor. Bunu kabullenmeye çalışın. Her şeye hazırlıklı olun. Hastanızın kalan ömrünün günlerle kısıtlı olduğunu sakın unutmayın.
- Ölüm kimi zaman, kimi hastalarda yaşama tercih edilir hale gelebiliyor. Yaşamasını istediğiniz insanların yerine kendinizi koymayı deneyin. O haldeyken sizin dileğiniz ne olurdu düşünün. Özellikle kurtuluş, geri dönüş şansı yoksa…
- Hepimiz bir gün öleceğiz ama ‘sıralı ölüm‘ denilen şey önemli. Sıra bozulunca tahammül etmek zorlaşıyor.
- Bir vefatın ardından yapılabilecek en iyi şey onun için dua etmek ve geride kalanlar olarak elimizdekilerle yaşamanın kıymetini bilmek, şükretmek.
Allah hepsine rahmet etsin. Nur içinde yatsınlar.
(O günlerde yanımda olan, yardım eden, hal hatır soran, mesaj yollayan, arayan, başsağlığı dileyen; bu yazıya yorum yazan, destek olan herkese peşinen teşekkürler. Hepsine tek tek dönmek mümkün olmuyor. Cenazesi olan kişilere de bu toleransı göstermenizi tavsiye ederim. Umursamamazlık değil, yorgunluk, bitkinlik, yılgınlık…)
2 sene sonra bir ekleme: Pankreas kanserindeki en büyük sorun yüzde 85 oranında geç teşhis edilmesi. Aşağıda bununla ilgili bir TED sunumu var. İzlemenizi tavsiye ederim.
Görüşlerinizi paylaşın: