Doksanlı yıllarda bir öğle vakti, Levent semtinde beyaz, hoş bir villanın kapısının önünde, hayatımın en heyecanlı günlerinden birindeyim. Yayın yönetmenimizin zorlaması yüzünden kendimce özendiğim bir prensibimi bozmuşum. Başıma ne geleceğini bilmiyorum. Ve böyle kontrolsüz anlar beni fena halde rahatsız ediyor.
Hayata dair gözlemlerim -nice tecrübe ışığında- içgüdü denen şeyin insanı genellikle yanlışa; ya da daha iyimser bir bakışla ‘niyet edilenden başka bir yere’ götürdüğünü öğretti. Bu yüzden midir bilmem, küçüklüğümden bu yana korumaya çalıştığım bir prensibim var. Sevdiklerimle tanışmıyorum.
Bahsettiğim, amca, tavşan ya da tekne sevgisi gibi bir şey değil. Hani tanışmadığınız birine, bir sebeple kanınız kaynar ve ona yönelik kendinizce bir algı oluşturursunuz ya; öyle bir ‘uzaktan’ sevgiden söz ediyorum. Daha çok ünlü simalara, yan sınıftaki adını bilmediğin güzel kıza ya da yazdıklarını okuduğun mahir kelime canbazlarına yönelik platonik türden bir ‘beğeni’ yani (ilgi ya da).
20 yıl önce evinin kapısında heyecanla beklediğim Cüneyt Arkın benim için böyledir mesela. Cüneyt Arkın’ı (daha doğrusu gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır’u) küçüklüğümde değil ama ortaokul, lise yıllarında sevmeye başladım. Sonra bir tutkuya dönüştü. Romantik salon adamında James Bond, Western filmlerinde John Wayne, avangard filmlerinde en kralından Belmondo, tarihi aksiyon filmlerinde emsalsiz bir figür, toplumsal içerikli yapımlarda Che Guevara kadar ateşli.
İpekböceği bile kelebeğe bir kere dönüşürken Cüneyt Arkın beyazperdede Reenkarnasyon Fahri Başkonsolosu. Her filmini defalarca izlediğim (hala da her fırsatta Youtube’da açıp çalışırken göz ucuyla bakıp, radyo tiyatrosu gibi dinlediğim) bu adamın işine duyduğu aşkı seyrederken hissetmemek imkansız. İşini (gizlemesi mümkün olmayan yokluklara rağmen) iyi yapabilmek uğruna harcadığı emeği görmezden gelmek için kötü niyet bile yeterli değil.
Dahası bu adam (ayrı ‘nefer’ birliğinden) bir Ediz Hun değildi asla. Alkol, çapkınlık, kavga, gürültü, gözaltı, tutuklanma, kadın dövme; ne musibet ararsanız albümüne en az bir kare eklemiş bir anti-kahramandı belki de. Yeşilçam’ın bir Hollywood (ya da Bollywood) olamamasının en büyük sebebi olarak gördüğüm ‘rehbersizlik’; yani doğru dürüst bir menajer ya da fikir babası yokluğu, küçük esnaf kafalı yapımcı cenderesi, onu pek çok meslektaşı gibi hiçbir müsekkin vermeden yüksek dozda para ve şöhrete boğmuştu. Ama dışarıdan gözlemlediğim kadarıyla (ki o yıllarda düzenli bir Cüneyt Arkın fanzini yayınladığım için epey sıkı takipteydim) zamanla savrulmalarını dizginlemiş, ömrünün en pişmiş yıllarında ‘kendi doğrularına’ ulaşmıştı (ermiş? Mütekamil?).
Cüneyt Arkın evde mi hanımefendi?
Benim heyecandan dilim tutulduğundan bahçe kapısında bizi karşılayan hanıma bu cümleyi kurmak foto muhabirimiz Ahmet Şık‘a kalmıştı (adını anmışken yazmış olayım: Ahmet Şık gazetecidir. Hem de ÇOK iyi bir gazetecidir. Aklı, fikri, bedeni bu mesleğe bu kadar tutkuyla bağlı çok az insan tanıdım. Temiz, iyi kalpli, dost canlısıdır. Yıllarca birlikte çalıştım, insan tanımakta da iyiyimdir).
Cüneyt Bey yok evladım.
Nasıl olur, bizim randevumuz vardı? Röportaj için gelmiştik?
Haa, siz misiniz? Buyrun o zaman.
Meğer kapıdan eksik olmayan hayranları şansını hep bizim ilk sorumuzla deniyormuş.
Giriş katındaki salona alındık. Bekliyoruz. (Ne güzel bir ev? Ayakkabılarımızı çıkartsa mıydık acaba? Bahçesi de yemyeşil!)
Gözlerim karış-santim çevreyi tarıyor, kaydediyor. Bibloları, kılıçları, baltaları, kitapları, masa örtüsünü, halının kıvrık ve düz uçlarını, zigon takımının en çok hangi sehpasının yıprandığını, hangi koltuğun hangi tarafının en çok göçtüğünü, genişçe salonun bir kenarına ötelenivermiş bir şey olup olmadığını inceliyorum.
Yıllarca tutkuyla takip ettiğim adamın evindeyim. Hayal bile edilemez bir durum benim için. Bana kalsa hayatta olacak iş değil de Yayın Yönetmenimiz Mehmet Y. Yılmaz gazetede masa ve duvarımın her köşesinin Cüneyt Arkın poster ve resimleriyle dolu olduğunu, bilgisayarımın bile Malkoçoğlu repliğiyle açıldığını görünce bir gün “sen tanıştın mı onunla?” diye soruverdi. “Hayır” cevabını duyunca röportajın ‘seferberlik emri’ çıkmış oldu.
Ahmet (ve bana göz kulak olmak için gelen Kıdemli Muhabir Ertan Acar) çocuksu heyecanımı seyredip gülmekte (Size o birkaç dakikayı anlatan ve hiç sıkmayacak bir kitap yazabilirim). Benim gerginliğimse her dakika artmakta.
AYAK SESLERİ!!!
Cüneyt Arkın üst kattan saniyede 1 basamak kat edecek şekilde ağır, vakur bir şekilde iniyor. Ahşap merdivenin basamak aralıklarından kadraja sırasıyla ayakkabısı, çorabı, paçası, baldırları giriyor. Ve sonunda karşımda! O anki halimi, suratımı nasıl görmek isterdim!
Ama sanki niyetsiz, sıkkın, biraz şaşkın (durduk yere ne röportajı bu?). Ayrıca ne işim var bu evde benim?
Fahrettin Bey… (nedense ağzımdan bu ismi çıktı)
Buyur evlat.
Ben sizin büyük hayranınızım.
Mesleğin en hatalı cümlesiyle başlayan söyleşide bu noktadan sonraki birçok detayı unuttuğuma göre büyük saçmalamış olmalıyım (kötü anlarımı anında unutabilme yeteneğiyle ödüllendirilmişim). Laf lafı açtı, ben soru sormaktan çok konuştum, anlattım; arada sordum da sordum. Saatler (sahiden ‘saatler’) boyu konuştuk, güldük, eğlendik. Hatta Fahrettin Bey bir ara “Yahu, biz seninle neden daha önce tanışmamışız?” diye sordu.
“Fahrettin Bey ben uzaktan sevdiğim insanlarla tanışmaktan korkarım. Kafamda kurduğum hayalin bozulmasından, büyünün dağılmasından çekinirim. Onları hayalimdeki gibi yaşamayı isterim” diyemedim elbette.
Fonda Ahmet’in sesi duyuldu: “Güneş kaçıyor!”
Hava kararmadan fotoğraflar çekmemiz gerekiyordu. Cüneyt Bey “çektiniz ya bir sürü?” dedi. “Olmaz Fahrettin Bey” diye yanıtladım. “Rumeli Hisarı’na gitmeliyiz, surlarda çekelim”. Kanal tedavisi için dişçiye gitmesi gerektiğini söylese de bir şekilde ikna ettim. O da gizlemeye çalışmadığı çocuksu bir sevinç ve heyecanla aracımıza bindi.
Hayatımın en unutulmaz, en keyif aldığım, en çok gülüp en çok hüzünlendiğim röportajıdır. O akşam eve yıllar boyu hayranlık beslediğim adama yüz kat daha hayran olarak, saygı duyarak döndüm (keşke Radikal gazetesinin o yıllara ait arşivi de internette olsaydı, linklerini paylaşabilseydim. DÜZELTME: Meğer babam saklamış bir köşede, aşağıya sayfa görüntüsünü ekliyorum).
Bu tanışmanın en büyük armağanı süzülmüş hayat dersleri oldu. Bir de kırkıncı sanat yılı için adına düzenlenen bir panelde, (merhum) Metin Demirhan ile birlikte Cüneyt Arkın’ın yanında oturup izleyicilere onu anlatan iki kişiden biri olma ayrıcalığına ulaştım (Allah uzun, sağlıklı bir ömür versin).
Bir daha da hiç yanına gitmedim, karşılaşmadım.
Hayranlıkla beslenen tahammülsüzlük
Yöneticimin zoruyla çiğnediğim prensibimin beklenmedik derecede güzel sonucuna rağmen kuralımı bir daha asla, hiç kimse için bozmadım.
Halen hayranlıkla takip ettiklerimle tanışmamak için özen gösteriyorum. Hatta sıkça karşıma çıkan olası fırsat ve ihtimalleri de bertaraf ediyorum. Onların zihnimdeki haliyle kalmasını istiyorum. Onların zihinlerde yaratmaya çalıştıkları imajlarıyla var olmalarına bile rıza gösterebilirim, zararı yok. Bunu bir yüksek ökçe kurgusu olarak da düşünebilirsiniz.
Dünyanın en kafa dengi insanı dahi olsa belki o gün gününde değildir, başı / dişi ağrıyordur, acelesi / çişi vardır, sizi sevmediği birine benzetmiştir; ihtimallerin sonu yoktur. Üstelik bunca hayranlık beslenen insanlara karşı beklentinin yüksekliği, tahammül ve tolerans eşiğiyle ters orantı oluşturur. En ufak halleri, sıradan ve insani olsa dahi gözünüze batıverir.
Çevremde seveni az ama ben Orhan Pamuk‘un en tutkulu okurlarından biriyim. Her röportajını da en az bir defa okumuş, izlemişimdir. Mesleğine olan saygısı ve tutkusunu sorgulamak ya da buna hayran olmamak ancak önyargıyla mümkündür sanıyorum. Ben bunlardan dem vurunca onu -yakından- tanıyan bazı dostlarım “berbat herifin biridir” diyor. “Paragöz, kendini beğenmiş, tamahkar…”. Belki de öyledir. Ama bundan bana ne ve anlattığım olgular adına neyi değiştirir? (şu yazının son üç paragrafı aklıma geldi şimdi yazarken).
Pamuk, benim için Kara Kitap’ın, Beyaz Kale’nin ve daha nicelerinin yazarı. Tutkulu bir yazarın gönlü tok, bonkör, kadirşinas biri olmak gibi ödevleri yok (öyle olsa Charles Bukowski ismini hiç duymamış olacaktık). Bir yazardan ancak iyi bir yazar olması beklenebilir. ‘Bonkör ve kötü yazarlık’ anlamlı bir kariyer değil. Benim için Orhan Pamuk iyi, deneyci ve cesur bir yazar. Kitaplarını dahi okumadan onu kötüleyenleri görünce insan zekasına yönelik korkularım perçinleniyor.
Orhan Pamuk ile de tanışmadım elbette. Ama geçen gün bir toplantı vesilesiyle evimizin biraz ötesindeki, önünden her geçtiğimde içine bakıp Cevdet Bey‘i aradığım meşhur Pamuk Apartmanı‘nın en üst katına çıktım. Görüşmemiz bir dönem yazıhane olarak kullandığı dairesinde geçti (Kitapları değilse de devasa kitaplığı aynen duruyor). Orada bulunmak bile garip bir huzursuzluk doldurdu içime nedense.
İnat yükünü taşımak
Şu aralar yine eski bir tutkuma dolandım. Ferhan Şensoy okuyorum. Yeniden röportajlarını izliyorum, söyleşilerini dinliyorum, arşivimdeki kesiklere – kırpıntılara bakıyorum. Baktıkça saygım artıyor.
Bu kadar boşboğaz insanla çevrili bir coğrafyada oturduğu yerden vızırdamak, ona buna çemkirmek ya da tatlısu bahriyesi misali orta yardan süzülüvermek yerine kendi inancı uğruna bunca mücadeleyi inatla sürdürmüş olması saygı dışında ne hak edebilir?
Bülent Ecevit’i siyah-beyaz televizyon ekranlarında tanıdığımda küçüktüm. Siyaseti, siyasileri ve o alandaki başarı ve başarısızlıkları önemseyen biri olmadım hiçbir zaman. Dolayısıyla o tarafı iyidir, kötüdür; bilemem (umrumda da değil). Fakat entelektüel kişiliği, yazıları, şiirleri, çevirileriyle sonsuza dek varlığını (ve ihtişamını) koruyacağına eminim. Salt’ın eşsiz emeğiyle oluşan arşivi sayesinde biraz daha içine düştüm. Fırsat buldukça açıp bir eski yazısını, şiirini, çevirisini okuyorum.
Robotların kavram olarak dahi tam oluşmadığı 1940 senesinde; daha 15 yaşındayken robot ve teoloji felsefesini şiir formunda yapan birine saygı duymayıp da ne yapacaksınız?
İşte zihnim kimilerinin aynı nefeste dahi bir araya getirmek istemeyeceği böyle nice isimlerle dolu. (Umarım) hiçbir zaman tanışmayacağım kişiler. Zarfa değil mazrufa; yani heybeye değil de ne taşıdığına odaklanma çabasının beşeri ilişkilere yansıması da denebilir.
O meşhur hikayede Mecnun aşkının ıstırabına dayanamayıp kendini inzivaya, çileye çeker. Leyla yıllar sonra onu çölde bulunca Mecnun “Leyla benim içimdedir. Sen kimsin?” der ya hani; öyle bir durum belki de.
Bazı şeyler içimizdeki, kalbimizdeki, aklımızdaki haliyle daha güzel olabilir. Her şeye sahip olup bir an önce tüketme derdine düştüğümüz bu çağda bu tavır belki işe bile yarayabilir.
Görüşlerinizi paylaşın: