Ben Yeşilköy çocuğuyum. Çocukluğum sokaklarında geçti. Şimdi halk pazarı olan İtalyan mezarlığına bitişik parkında top koşturdum, bisiklete binmeyi sokaklarında öğrendim, her karışında tekerlek izlerim vardır. İlkokulu ve lisenin bir kısmını orada okudum. Hayatımın en güzel günleri orada geçti.
Yeşilköy sadece iki giriş ve çıkış olan, kendi içine kapalı, küçük, sakin bir semtti. Şimdiki Polat Otel’in yerindeki Hasır Büfe piyasa yerimizdi. Yaz okullarına Yeşilyurt Spor Kulübü’nde gittim. Karakoluna düştüm, ilk sigara kaçamaklarını o zamanlar yeni doldurulan sahilinde yaşadım, ilk kız arkadaşlarımla oralarda öpüştüm.
Ve daha bir sürü şey…
Seneler sonra evlenip çoluk çocuğa karışınca şehir merkezine taşınmamız gerekti. Hedef olarak Nişantaşı‘nı belirdi. Eşimin ofisi oradaydı ve aklına yatmıştı.
Yeşilköy çocuğu pek dışarı çıkmaz. Etraftaki arkadaşlarımın çoğu Nişantaşı’nın yerini bile bilmezdi (o zaman Yeşilköy içine kapalı bir yerdi, şimdiki gibi değildi).
Menzile giren bu yeni semti ilk gördüğümde resmen irkilmiştim.
Bitişik nizam sıradan apartmanlar, beş karış kaldırımlı yollar, rezalet bir trafik, gürültü, yeşillik yok, sahil yok, doğru düzgün park yok, araç park edecek bir avuç bile yer yok…
Hiçbir cazibesi yoktu anlayacağınız.
Kesinlikle istemiyordum. Yine de 4 sene kadar ev bakındık. Sonunda aradığımız tarz bir yer bulduk, satın aldık ve uzun bir restorasyon / dekorasyon süreci ardından taşındık.
Kısa süre sonra bu semtin korkutucu ve can sıkıcı taraflarının aslında dışarıdan gelenlere yönelik olduğunu anladım. En önemli fark otomobil kullanma gereksinimi olmamasıydı. Birçok yere yürüyerek gidilebiliyordu. (Yeşilköylüler tembeldir. İki adımlık çarşıya bile arabayla gider, park yeri için dolanırdık).
Burada her yer, her şey iki dakikaydı. Küçük bir alan içinde aklınıza gelen her şeyin olduğu bir mekan.
Otomobil anlaştığımız otoparkta yatmaya başladı. Ben satmak istediysem de eşim en azından haftasonları ya da yaz tatillerinde çocuklarla bir yere giderken ihtiyaç duyduğu için kalmasını istedi. O savaşta da kaybettim anlayacağınız 🙂
Nişantaşı pek çok konuda olduğu gibi otoparkta da pahalı bir yer. Şu an otopark aidatımız 400TL. Durduğu yerde! Son üç ayda en fazla 3 defa kullanmışımdır üstelik. Her yere yürüyerek, metroyla, taksi ya da otobüslerle gidiyorum. Çok daha hızlı, ucuz ve dertsiz…
Mecburiyetlerin hatırlattıkları
10 gün önce araba kullanmak zorunda kaldım ve ‘şansıma’ lastiğim patladı (yarıldı diyelim). Rezil bir yağmurun altında, Kasımpaşa’nın izbe bir ara sokağında, sabahın ilk ışıklarında hala iyileşmemiş kolumla değiştirdim. Sabah yeni açılmış bir tamirciye patlak lastiği bırakıp stepne takılı aracı otoparkıma bıraktım.
Ardından istisnasız her gün gidip lastikçiye esas lastiği almak için niyetlendim ve her gün rezalet trafiği görüp vazgeçtim. Sonunda dün akşamüstü gözümü karartıp gitmeye karar verdim. Ali ile yola çıktık (Neynep bu işe pek bozuldu). Bu noktadan sonrasını anlatabilmem için bir kroki vermem gerek.
Aracım A noktasında bir otoparkta duruyor. Tamirciye giden güzergahın başlangıcı olan B noktası yürüme mesafesinde 20 metre var yok. Ama araçla giderseniz Nişantaşı’nın tek yön-tek şerit yollarında (gördüğünüz gibi) inanılmaz bir rota çıkıyor. Dolayısıyla mesafe 1,5 kilometreyi geçiyor.
16:30’da çıktığımız yolda B noktasına vardığımızda saat 17:25’i gösteriyordu!
Yani Google haritasının 5 dakika olarak verdiği bu mesafeyi 55 dakikada almıştık!
Bir ara Ali’nin sesinin kesildiğini fark ettim. Arkama döndüğümde şu manzarayla karşılaştım.
Küçüğüm gayet haklıydı. Ama çilemiz bitmemişti. O noktadan 2,2 kilometre tutan ve ‘ecnebi’ Google’ın 6 dakika olarak verdiği rotayı tam 40 dakikada aldık. Yani tamirciye ulaşmamız 1,5 saati geçmişti (dün Münih’ten uçakla 2 saatte İstanbul’a döndüm??!!).
Eve dönüşteki çilemizi ayrıca yazarak uzatmak istemiyorum.
Şimdi durup düşünelim; bu açıdan bakınca otomobilin bir nimet ya da lüks olduğundan söz etmek mümkün mü? Otopark parası, vergisi (2 litrelik benzinli bir araç kullanıyorum), bakımı, benzini, sigortası, kaskosu, beklenmedik aksilikleri derken aslında ciddi bir örtülü ‘sahip olma maliyeti‘nden söz ediyoruz.
Bu semtte yaşamayı çok seviyorum. Başka bir semtte bu kadar mutlu olabilir miyim emin değilim. Ama araba kullanmak zorunda değilsem! Bir de buraya araçla gelenler var elbet. Gerçekten mecburlar mı emin değilim. Metro gibi bir nimet varken aracı uzaklara park edip bu seçeneği tercih etmemek nedendir bilemiyorum. Hele hele gece eğlenmeye gelirken araçla gelmek cidden akıl karı değil.
Elbette kimsenin tercihini sorgulama ya da yönlendirme hakkına sahip değilim. Ama mantık da bas bas bağırıyor.
Bu ‘olayın’ ardından arabayı otoparka bırakıp trafikte deliren araçların ve sağır edici korna seslerinin arasından sakince yürüyüp Ali’yle birer içecek aldık (kendisi Chai Latte hastası).
Onu eve bıraktıktan sonra birkaç arkadaşla buluşacağım balıkçı randevum için metroya bindim. Osmanbey’den şimdilik metronun o taraftaki son durağı Hacıosman‘a geçmem 15 dakika sürmedi (20 kilometreden uzun bir yoldan söz ediyoruz). Oradan araçla 10 dakikada Rumeli Kavağı.
Toparlayacak olursak
Bu dertlerin Nişantaşı’na has olduğu iddiasında değilim. İstanbul’un aşağı yukarı her semtinde durum aynı. Ama buranın birkaç tık daha beter olduğuna sanıyorum kimse itiraz etmez.
Özetle; konfor ve nimet anlayışımızdaki parametrelerimizi yeniden kontrol etmekte fayda var gibi.
Özellikle İstanbul’da…
(Sözleri Nazım Hikmet’e aittir)
Görüşlerinizi paylaşın: