[box type=”alert”]UYARI: Yazı onlarca link içeriyor. Tıklayan kazanır![/box]
Ölümsüzlük insanın en eski hasretlerinden. Kimi daha çok üretebilmek, kimi daha çok tüketebilmek için istiyor. Hayatını bizim adımıza feda etmiş niceleri varken kendinden gayrı kimseye hayrı olmamışların sonsuzluk beklentisini ayrıca düşünürüz. Ama şurası gerçek ki ölüm (sağılığı, hali-vakti yerinde) çok az insanın hayalini kurduğu, özlemle beklediği bir -kaçınılmaz- son.
Öyle ya da böyle ölüp gideceğiz ama bildiklerimizin, öğrendiklerimizin bizimle beraber toprağa karışması gerekmiyor. Bunu engellemek için lisan, yazı, kağıt, kalem, kitap, internet gibi birçok seçeneğe sahibiz. Yine de kollektif belleğimizin sandığımızdan çok daha az bir kısmını geleceğe aktarabiliyoruz. Bir kısmı toprak altında kalıyor, bir kısmını okuyacak cihaz bulamıyoruz. Bazısı kendiliğinden okunamaz hale geliyor, bazısı okusak da anlayamayacağımız bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Bazen de elimizde kalan son örneği kendi elimizle yok ediyoruz!
Kimi zaman da bazı bilgilerin sadece bazı kişiler tarafından bilinmesi istenir. O apayrı bir kategori elbette.
Milattan Önce 3. yüzyılda bugünkü Mısır topraklarında yer alan İskenderiye kentinin meşhur kütüphanesi o çağın kayda geçmiş bütün eserlerini içeren 900 bin parça el yazmasının yanısıra yaşayan her bitki ve hayvandan birer tane barındırmasıyla ünlüydü. Bilimin ilerlemesi için muazzam bir çaba yürüten bu merkez cayır cayır yanarak kül oldu. Şüpheli listesi Roma İmparatoru Sezar’dan müslüman fatihlere kadar genişliyor.
Kesin olan tek şey İskenderiye Kütüphanesi’nin külleriyle beraber bir evrensel kültür ve hafızanın de havaya uçmuş olduğu. Avunabileceğimiz tek şey kütüphanenin bugün aynı isimle, aşağı yukarı aynı yerde, uluslararası korumayla hizmet vermeye devam ediyor oluşu. Duymuşluğunuz var mı bilmiyorum ama her yıl 1,5 milyon ziyaretçiyi toplayan 70 bin metrekarelik bu kültür mabedi 8 milyon kitaplık kapasiteye sahip.
İskenderiye Kütüphanesi’ne her gün dünyanın dört bir yanından kolilerce kitap geliyor. İnanması zor gelse de Avrupa dahil pek çok ülke maliyetini bahane ederek kütüphaneleri kapatıyor. Kapıya konan kitapların yetimhanesi İskenderiye Kütüphanesi oluyor. Hepsini sınıflandırıyor, etiketliyor, kataloglara aktarıyor, dijitalleştiriyor ve orijinallerini bir gün ihtiyaç duyacaklar için raflara yerleştiriyorlar.
Kütüphanecinin rüyası -daha doğrusu Nirvana’sı- insanlığa dair bütün bilgilerin herkesin ulaşabileceği hale gelmesi (yoksa o eziyete kim katlanır?). Milattan Önce 3. yüzyılda insanlığın yayıldığı yüz ölçümünü düşününce İskenderiye Kütüphanesi bu anlamda gayet mantıklı olmalı. Peki ya bugünün dünyasında? Akla hemen internet geliyor, değil mi? Güzel. Ama ilginç bir şekilde o da derdimize tam deva olmuyor.
İnternetin bugları, büklüm büklüm yolları
Yakın geçmişe baktığımızda 1950-2000 arasındaki birçok belge dahi dijitalleşmiş değil. Verilerimizin çoğu hala analog ortamlarda kayıtlı. Dijitalleşenlerin de büyük bölümü internete aktarılmış değil. İnternete aktarılanların büyük bölümü henüz genel kullanıma kapalı. Büyük veri muhabbetlerinde böbürlendiğimiz petabaytların çoğu biz faniler için bir anlam taşımıyor.
Geçmişe yönelik verilerin bir kısmının formatları bugün okunabilir değil. Örneğin Amiga yıllarında bestelediğim şarkılarımı dosya formatı yüzünden bugün hiçbir müzik uygulamasında açamıyorum.
Daha endişe verici bir ayrıntı olarak webe aktarılan bilgilerin dahi büyük kısmı şimdiden yok olmuş durumda. Web siteleri her gün siliniyor, değişiyor ya da içindeki bilgileri buhar ederek kapanıyor (Mesela Geocities kapanmadan önce kendi döneminin en popüler içerik merkeziydi. Hala aklıma geldikçe gönüllüler tarafından kurtarılmış parçalarına dalıp dolanıyorum). Bugünün en popüler içerik merkezi Facebook’ta ne miktarda veri olduğunu bilmiyoruz bile. İçeriği arama motorlarına dahi kapalı (paralel bir internet gibi adeta).
Bu konudaki en kutsal çabayı 1996’dan beri San Francisco merkezli Internet Archive yürütüyor. İnternette herkese açık olan (ya da size ait olup açmayı kabul ettiğiniz) her tür ve formattaki içeriği ücretsiz alıp mümkün olan her formata otomatik dönüştürüp arşivliyorlar (örneğin artık devam edemediğim podcastlerimin hepsi onların sunucularında duruyor). Bir zaman makinaları bile var!
Elbette onlar da yalnız değil. Bu konuda uğraş veren Internet Memory Foundation gibi Avrupa merkezli girişimler de var. Barındırdığı 24 milyona yakın kitapla dünyanın en büyüklerinden Kongre Kütüphanesi‘nin birçok dijital içeriğin yanısıra Twitter’ı da arşivlediğini biliyor muydunuz mesela?
Taş gibi mecralar varken…
Birikimi geleceğe aktarmak için analog (fiziki) mecralar hala çok daha güvenilir. Bazıları hala bilmediğimiz dillerde, bilmediğimiz sırlara sahip kişilere yönelik hazırlanıyor (diye düşünüyorum). 15. yüzyılda kaleme alınan ve hala içeriği anlaşılamayan Voynich Yazması, CIA’in Genel Merkezi’nin girişinde kripto uzmanlarının gurur meselesine dönen şifreli Kryptos tableti ya da modern tarihin en büyük gizemlerinden Georgia Guidestones (Georgia Rehber Taşları) gibi.
Sonuncu örnekten J.J. Abrams editörlüğünde hazırlanan Wired’ın meşhur Mystery sayısı sayesinde haberdar olmuştum. 1979 yılında R.C. Christian ismini kullanan gizemli bir adam Elbert kasabasına geliyor. Özellikle seçtiği belli olan bir koordinatı içeren araziyi peşin ve nakit parayla satın alıyor. Kasabanın önde gelenlerinden birine yüklü miktarda para ve beraberinde hassas açı ve koordinatlar içeren mimari bir plan bırakıp sırra kadem basıyor. Açıklayamayacağı bir grubu temsil ettiğini söyleyen gerçek ismi bilinmeyen bu adamı bir daha kimse görmüyor.
Epey zorlanarak inşa edilen anıt her yüzeyinde aynı metnin Babil, Latin, Sanskrit ve Mısır Hiyeroglif gibi antik dillerin yanısıra İngilizce, İspanyolca, Hintçe, İbranice, Arapça, Çince, Swahiliceden oluşan çevirilerini barındırıyor.
Metinlerde insan nüfusunun 500 milyonun altında tutulması gerektiği gibi güncelliğini koruyan gizli gündem maddeleri yer alıyor. Bu meseleye gizemlerle ilgili bir yazıda ayrıca gireriz (belki).
Orhun alfabesi kullanan Köktürk (Göktürk) Yazıtları ya da daha bilinen ismiyle Orhun Yazıtları‘nın milattan sonra 8. yüzyıla ait olduğunu düşünürsek mesajları taşa yazmak hiç de fena fikir olmadığını anlayabiliriz.
İşte tam bu noktada beni her zaman en çok heyecalandıran bir konuya giriyoruz: Zaman Kapsülleri. Gelecek nesillere (ya da bazen dünyayı ziyaret etmesi beklenen uygarlıklara) yaşanılan çağı ve birikimleri aktarmak için özel muhafazalı düzeneklerle toprağa gömülen anılar, yazıtlar, tohumlar ve dahası. Bu yazı çok uzadığı için ne yazık ki detaylarına girmeyeceğim. Ama zaten -çok sevdiğim bir blogda- yazılmışı var (Belki teknoloji meraklıları zaman kapsülü meselesini Apple’ın kurucularından Steve Jobs ile ilgili bir örnekten hatırlayacaktır).
Zaman kapsülleri içinde otomobiller, silahlar bile gömülmüş (aklına o meşhur makale gelenler FAV!). Üstelik (bilinenlerin) sayısı hiç de az değil.
Yazı almış başını gitmiş! Rosetta Projesi ile bitirelim bari.
Bu proje ismini Mısır’da bulunan Milattan Önce 196 yılından kalma meşhur Rosetta Taşı‘ndan alıyor. Üstünde yazılı metinlerden dolayı dünyanın en kıymetli tarihi eserlerinden biri olarak kabul edilen Rosetta Taşı’nın modern versiyonu olarak düşünebilirsiniz. Avcunuzun içine sığacak CD boyutlarındaki metal disklere mikroskobik boyutlarda metin basıyorlar (kazıyorlar diyelim). Her bir disk üstünde bin 500 dilde 13 bin sayfa bilgi yer alıyor . Yanlış anlama olmasın; diskin üst yüzeyine kitap gibi basılıyor bu harfler. Dijital hiçbir şey yok. 5 insan saçı kalılnlığındaki alana bir sayfa sığdırabiliyorlar. Böylece çok az sayıda disk içindee muazzam miktarda veri saklanabiliyor. Diskler kasalarda ya da toprak altında binlerce yıl bozulmadan durabilme özelliğine sahip.
Bakalım bu yazı internette kaç sene hayatta kalacak, kimlere, ne gibi fayda sağlayacak?
Hepsi bir yana; kafa yoracak ne çok şey var, değil mi?
Görüşlerinizi paylaşın: