İstanbul Bilgi Üniversitesi’yle ortak yürüttüğümüz yüksek lisans programı Next Akademi sayesinde okuldaki çalışmalardan daha çok haberdar olabiliyorum. Bu sayede birkaç ay önce öğrendim ki fikirlerine en saygı duyduğum isimlerden Alain de Botton‘un girişimiyle can bulan School of Life (Hayat Okulu) İstanbul’da Bilgi Üniversitesi bünyesinde açılıyormuş. İçimden ne güzel diye düşünürken beni de aralarında görmek istediklerini söylediler. Keyifle kabul ettim. Böylece School of Life’ı biraz daha yakından takip etmeye başladım. İki gün önce Youtube kanalında aşağıdaki videoya rastladım. Edebiyatın önemini 5 dakikaya sığdıran etkileyici bir derleme. Kendi özetimi aşağıda bulacaksınız ama (İngilizce dert değilse) bir izleyin derim.
Edebiyat ne işe yarar?
- Dünyada bu kadar önemli şey olurken kitaplara, şiirlere zaman harcamak ilk bakışta bir kayıp gibi gelse de edebiyat dünyanın en zaman kazandırıcı araçlarından biri. Onlar sayesinde aylar, yıllar; hatta yüzyıllar içinde biriken anı, izlenim ve bilgileri kısacık sürelerde öğreniyoruz.
- Edebiyat bir ‘gerçeklik simülatörü’. Hayatınız boyunca tecrübe edemeyeceğiniz kadar çok insan ve olayı sayfalar arasında bulabiliyoruz. Üstelik başınıza hiçbir şey gelmeden! Boşanmak nasıldır, birini öldürmek nasıl hissettirir, çölde iş yapmak neye benzer, ülkeyi yönetirken yanlış bir kararla çuvallamak neye mal olur öğreniyoruz. Edebiyat zamanı hızlandırıyor.
- Edebiyat bize yaşayamayacağımız, göremeyeceğimiz hayatları, insanları, ülkeleri gösteriyor ve kendimizle karşılaşmamızı sağlıyor. Bizi gerçek anlamda bir dünya vatandaşı yapıyor.
- Edebiyat bize dünyaya başkalarının gözünden bakabilme imkanı sunuyor.
- Çoğu zaman aklımızdan geçenleri söyleyemeyiz. Ama gerçek kimlik ve hislerimizi kitaplarda bulabiliriz. Bazen bizi bizden daha iyi anlatan satırlara denk geliriz. Yazarlar bize kendimizi keşfetmenin anahtarını sunar.
- Kitaplar çoğunlukla başarısız olanların, her şeyi eline yüzüne bulaştıranların hikayelerini anlatır. Ancak onları medya ve popüler kültürün yerden yere vuran kolaycılığınyla yargılamaz, itip kakmaz. Anlamaya çalışır.
- Bütün bu çabasına rağmen edebiyatı hayatı bölen bir şey gibi algılarız. Boş zaman doldurucudur. Plaj eğlencesidir. Oysa edebiyat aslında bir terapidir. Bilgelik, iyilik ve aklıselim içinde yaşamamızı sağlar.
‘Özet geç piç’ çağında kitabın lezzetini anlatmak dünyanın en zor işi. En iyi niyetlisi bile kitap tavsiyesi istiyor. Tavsiyeyle kitap okunur mu? Kitap bir keşiftir. Hiçbir kitabın hiçbir cümlesi okuyanlarda aynı algıyı, etkiyi yaratamaz. Bugünkü dertlerimizin yüzde 99’u sabırsızlığımızdan kaynaklı yersiz beklentilerimiz yüzünden. Gündemi Twitter’dan takip edilebileceğine, 4 haftalık kursların sonunda aldığımız sertifikalarla sahiden uzman olduğumuza, sosyal medyadaki takipçimiz arttıkça popülerleştiğimize, işyerindeki unvanımız büyüdükçe tecrübe kazandığımıza inanıyoruz (daha doğrusu inanmak istiyoruz). Her şey birbirine girmiş, alt-üst olmuş durumda ve rehberlik edenlere, gösterdiği yollara tahammülümüz yok (Unutmadan; şu edebiyat videosu hoşunuza gittiyse sanatın anlamına da bakın derim).
Vicdan azabıyla gelen kültür
Kültür-sanat ile ilgili bazı kurumların e-bültenlerine üyeyim. Her hafta e-postayla sergileri, konserleri, panelleri, festivalleri hatırlatıyorlar. O şarkıdaki gibi ‘gitmesem de, görmesem de’ en azından haberdar oluyorum. Hiçbir mecburiyetleri yokken dünyanın güzelliklerini bize göstermek için çabalayanların varlığı beni mutlu ediyor. Eczacıbaşı ailesi koleksiyonunu evinde dostlarına gösterip böbürlenmeyi bilmez miydi? Sakıp Sabancı hatıralarıyla dolu evini hayattayken kurduğu üniversiteye bağışlayıp terk ederek halka açık müzeye dönüştürmek zorunda mıydı? Garanti Bankası Karaköy’deki muhteşem Osmanlı Bankası binasını (ya da Beyoğlu’ndakini) SALT‘a dönüştürmek yerine yağlı müşterilerine özel bankacılık ‘lounge’u yapmayı bilmez miydi? Bu kişi ve kurumların kültür-sanata yönelik çabaları onlara para mı kazandırdı peki? Hayır; aksine cayır cayır para yaktılar orada (yakmaya da devam ediyorlar). Bu çabalara bulacağımız bahaneler de fazlasıyla zorlama geliyor bana. Diyorlar ki ‘Onlar öbür tarafta hamuduyla götüyor. Bunlar göz boyamadan ibaret. Aldanma bunlara’. Velev ki öyle; o zaman ben de sorarım tıka basa dolu hamuduyla dolanan diğerlerinin eserleri nerede diye. Hayat bana zenginliğin kazanmakla değil; harcamakla ilgili olduğunu öğretti. Teorik olarak herkes para kazanabilir. Kültür şart değil. Okuma-yazma bilmeseniz bile milyarlar kazanabilirsiniz. Harcamak ise kültür gerektirir (Sanattan bahsetmiyorum; genel kültür. Bir egzotik spor araba, süperyat ya da bir ada almak için bile ona dair bir kültür gerekir. Onun için aynı servete sahip kişilerin kimisine zengin, kimisine hanzo denir). Dün (yine e-bülteninden haberdar olduğum) İstanbul Modern’deki ‘Geçmişten Geleceğe‘ sergisine gitmeye karar verdim. Ali ve Zeynep’in okulu bayram tatilindeydi. Onları da gelmeye ikna edince bayram ıssızlığına bürünmüş sokaklara düştük ailece.
Videoda izlediğiniz Levent Çalıkoğlu’nun 136 sanatçıdan derlediği 180 eserlik bu sergi gerçekten etkileyici. Türk sanatının Osmanlı’nın son dönemlerinden bugüne gelişini, etkilenme noktalarını ve dönüşümünü özetliyor. Bazı eserlerin önünden ayrılamıyorsunuz. Bazıları (örneğin giysilerin ense kısmındaki etiketlerinden yapılmış alışveriş temalı köpekbalığı tablosu gibi) fikren bile sizi kendine hayran bırakıyor. Bu sayede Halil Paşa diye bir ressam keşfettim mesela. Serginin hemen başında nü ağırlıklı karakalem çalışmalarıyla 1800’lü yıllardan bir ibret belgesi gibiydi.
Keşke Osmanlı’nın savaşçıları kadar sanatçılarını da anlatsalardı bize (ki adından da anlayacağınız gibi o da bir asker aslında). Belki bu sayede Halil Paşa ve emsalleriyle daha erken yaşta tanışırdım (ne yazık ki izini internette süremedim. Sanat içeriğimiz dijitalde sürünüyor). Zeynep da Semiha Bersoy‘u keşfetti (“Neden yanakları kanamış gibi baba?”). Nedim Günsur, Turan Erol, Nuri İyem, Neşet Günal, Yüksel Arslan, Alaettin Aksoy, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Erol Akyavaş, Burhan Doğançay, Nur Koçak ve nicelerinden oluşan yüzlerce tablo arasında kayboldum (yeri gelmişken İstanbul Modern’in harika bir mobil uygulaması var, gitmeden önce yüklerseniz çok faydasını görürsünüz). Sergiden birkaç örnek de paylaşmış olayım. Eser ve sahipleriyle ilgili özet bilgilere göz gezdirirken Osmanlı’dan yakın geçmişe kadar neredeyse hepsinin devlet bursuyla yurtdışında eğitim aldığı dikkatimi çekti. Onlar bize dünyanın güzelliklerini yansıtsınlar diye devlet onlara imkan sunmuş, destek olmuştu. Bu sergi bir anlamda onların bu desteğin karşılığını fazlasıyla verdiğinin ispatıydı. Sonra durup bugün devletin kime ne amaçla destek verdiğini düşündüm. Bu yazı ne zaman okunacak bilinmez ama yazıldığı günlerin en büyük tartışması imam-hatip okulları mesela. Devlet her köşeye bir imam-hatip okulu açma telaşında. Yer yoksa normal okulları dönüştürüyor. Öğrenci derdi de yok çünkü merkezi sistem otomatik atama yapıyor. İtiraz hakkınız da yok. Peki devlet aynı çabayı neden sanat, mühendislik, tıp ya da yabancı dil için göstermiyor? Evrensel ölçüm kriterleri ışığında eğitimde en verimsiz ve etkisiz ülke çıkan Türkiye kendine bunu değil de dini eğitimi dert ediyor. Ve kimse asıl meselenin İslamiyet değil; resmi din dayatması olduğunu göremiyor. Olan her zamanki gibi çocuklara, nesillere oluyor. Türkçe metin okuyamayan, okuduğunu anlamayan, matematikte yerlerde sürünen, öğretmenlerden yana bile bahtsız çocuklar çağı sübhaneke ile yakalayacak. Sırat-ı mustakim‘in dar ölçekli bir yorumu deyip kendimi avutuyorum. Niyete göre her şeyi her tarafa eğmek de mümkün.
Kendini sokan akrep
Bu bahsi yapanların bunlardan tedirgin ya da mağdur olduğunu düşünmek gibi bir kolaycılığımız da var. Kendi adıma cevap vereyim: hayır güzel kardeşim. Allah’a bin şükür biz kendi hayatımızı seçip yaşayabiliyoruz. Çocuklarımızı istediğimiz okula gönderebiliyor, istediğimiz şekilde yetiştirebiliyor, hayata hazırlayabiliyoruz. Bu hüzün aslen hüznüne tutkunlar içindir biraz. Miguel de Cervantes okuyamayacak, Halil Paşa resimlerine bakamayacak, Buhurizade, Public Enemy ya da Beirut dinleyemeyecek yavrucaklar için. Dün TBMM Suriye ve Irak topraklarına askeri müdahale için tezkereyi kabul etti. Bizim IŞİD dediğimiz ama adını çok önce İslam Devleti olarak değiştiren bir terörist gruba karşı savaşılacak(mış). Kafir belleyip kafalarını kestiği kulların icat ettiği teknolojik cihaz ve silahları kullanarak kendisiyle aynı kitaba iman edip, aynı Allah’a el açan müslümanları vahşice öldürmeyi ibadet sayan bir grup gariban. Zaferinin tadını bile çıkaramıyor çünkü öldürmek dışında bir becerisi yok. Dünyayla yüzleşemiyor; kar maskesinin ardında isimsiz, cisimsiz insanlar. Gasp ettiği araçları, silahları kullanmak için bile reddettiği, tanımadığı sistemden alınmış eğitime muhtaç. Onları sergilerde görmeyeceğiz. İsimlerini hatırlamayacağız. Eserleriyle heyecanlanmayacağız. Onlarla gurur duyanlar dahi bunu bir günah gibi kendi meclisine saklayacak, etrafına açıklamakta zorlanacak, bahanelere sığınacak. Ve zamanı geldiğinde hepsi kendilerine bir süre göz yuman egemenlerin postalları altında böcek gibi ezilip yok olacaklar. Aynen tarihteki benzerleri gibi. Türkiye adına şizofrenik bir durum olmalı: Balta ağaca vurmuş, ağaç demiş ki “sapın bendendir”. En başta çocuklarımız sonra kendimiz için tam olarak neyin hayalini kurduğumuzu iyi düşünelim. Onları sergilere götürelim, kitaplar okutalım, dünyayı gezdirelim, şarkılar dinletelim. Neyin nasıl olması gerektiğine; ne yapılınca ne sonuç alınacağına dair çevremizde (ve tarihte) yeterince iyi ve kötü örnek var. Fıtrat deyip de geçmeyelim yeter ki.
Görüşlerinizi paylaşın: