Başlığın ilhamı bu yazıya güzel bir fon oluşturur. Başlayın çalmaya (bence).
Severek takip ettiğim, hatta yazarını programıma konuk etmek için epey uğraştığım Hastalardan Öğrendiklerim adlı bir blog var. 2012 sonundan beri güncellenmeyen bu blog İzmirli bir doktorun o gün muayene (ve tedavi) ettiği hastalarından öğrendiklerini çok keyifli bir dille aktarıyor(du). Blog denince aklıma gelen ilk adreslerdendir.
Kendi blogumu da benzer bir mantığa oturtmayı istesem de pek başarılı olamadım. Ama yılmadan devam ediyorum.
İnternet bildiklerimizi ve öğrendiklerimizi paylaşmak için harika bir ortam. Ama çok azımız böyle bir kaygıya sahip. Twitter, Facebook ve türevlerine ayrılan mesai suya yazı yazmak ya da kör kuyuya derdini bağırmaktan farksız. Birkaç saat sonra buhar olup gidecek, bir daha kimse (arama motorları bile) erişemeyecek. Ama blog dediğin öyle değil. Bir ömür burada. Sonsuza kadar erişilir. Her yerden ulaşılır.
Halkla ilişkiler dünyasının Türkiye’deki en saygın isimlerinden Betül Mardin bir röportajında şöyle diyor:
Ölümden sonra yaşamak istiyorsan, günlük tut. O küçük notlar, hem kendi hayatının tanıklığı hem de yarına kalan bir bilgi kaynağıdır.
Blog da böyle bir şey işte. Kime nerede faydası dokunacağını bilemezsin. Ben bu blogdaki her yazımdan sonra birçok kişiyle tanışma, yazışma fırsatı buluyorum. Mesela son yazılarımdan birini yayınladıktan sonra yazıda bahsettiğim beni etkileyen ilk kitabın çevirmeni ve kızıyla tanıştım. Bu mucize değil de nedir şimdi?
Günlerin getirdikleri ve özeti
Her gün ne çok şey öğrendiğimizin çoğu zaman farkında değiliz. Bunları bir yerlere aktarmanın öneminin de öyle. Bir örnek olsun diye bugünün özetini vereyim:
- Ben müzmin bir ‘talk radio‘ bağımlısıyım. Küçüklüğümden beri en büyük (ve gizli) keyiflerimden biri Radyo 1 dinlemek (Son 10 yıldır da web üstünden NPR ve BBC). Banyoda (uzun araştırmalar sonucu seçtiğim ve Barcelona’da Vinçon’dan bulduğum Marc Berthier tasarımlı) su geçirmeyen bir radyom var. Bu sabah duş alırken dinlediğim programda sayıları çok azalsa da yörüklerin Türkiye’de hala var olduğunu öğrendim. Kültürlerinin ana bileşeni olan çadırlara yılan girmesini engellemek için çadırın etrafını keçi kılından oluşan bir şeritle çeviriyorlarmış. Söylediklerine göre yılanlar bu kıldan iğreniyor ve yaklaşamıyormuş.
- Öğlen (gecenin aksine) İstanbul’da pırıl pırıl, güneşli ve ılık bir hava vardı. Pazar günü kurulan Antika Pazarı’na gideyim dedim. Mekana vardığımda yeni takıntım haline gelen ‘plak toplama’ derdine tozlu kutulara daldım (hala bir pikabım yok!). Bakınırken yerli plakların yabancılara göre çok daha harap halde olduğu dikkatimi çekti. Satıcılara sorduğumda yerli plakları genellikle kıymetini bilmeyen varislerin hor kullanarak yıprattığını, yabancı plakları ise genellikle müzik tutkunlarının özenle kullanıp dinlediğini, öldükten sonra da varislerin ilgisini çekmediği için yıpratma imkanı bulamadan sattıklarını öğrendim. Bu yüzden yabancı albümler daha temizdi. Bu vesileyle hemen her satıcı ‘Issız Adam‘ gençliğine arada laf sokuşturdu (o filmi hala izlemediğimi hatırladım böylece). Sonuçta Michael Jackson / Thriller ve Diana Ross / Lady Sings the Blues albümleri koleksiyonuma eklendi.
- Yine Antika Pazarı geleneklerimden taze sıkma meyve suyumu içmek için ilgili tezgaha yöneldim (girişteki meşhur gözlemecinin karşısı). Mevsimi bitmek üzere olduğu için tercihimi nar suyundan yana yaptım. Bu pazar yerinde Cumartesileri bizim de geleneksel meyve-sebze alışverişini yaptığımız organik pazar kuruluyor. Suyu sıkılan mevye-sebzeler de oradan alınıyor (yani organik). Ablamızla konuşurken narın son 2 haftası kaldığını, bundan sonra içilen her ‘taze sıkma’ nar suyunun kanserojen olduğunu öğrendim. Mevsiminde özel bir kimyasalla fırınlanan narlar sene boyu bir şekilde bozulmadan duruyormuş. (bu ‘bozulma’ meselesi seneler önce yaptığımız bir deney ve dehşet verici sonucu aklıma getirdi) “Temmuz’da nar suyu içenlerin kafası hiç mi çalışmıyor?” diye sordu. “Bilmem?” dedim. Meyveyi, sebzeyi, balığı mümkünse mevsiminde yiyin. Gerisi hep bulanık sular. Aklınızda bulunsun.
- Dayanamayıp karşı tezgahtan evdekilere gözleme almaya karar verdim. Beklerken ‘gözleme’ isminin nereden geldiğini düşünmeye başladım. Saçmaydı. Cep telefonumda olayı araştırırken bu yemeğin kökeninin köz üstünde ısınan sacdan geldiğini ve gözleme dediğimiz şeyin aslı közleme olduğunu öğrendim.
Dönüşte Ali‘nin siparişi vardı: Oreo! Daha 5 yaşına gelmeden bu zevki nereden edindiğini anlayamadım. Herhangi bir kremalı bisküvi de olmazmış beyimize. Nereden bulunacağı da belliydi. Beşiktaş çarşıda tarifini aldığım bakkalı ararken yolda karşıma çıkan her bakkala da ayrıca sordum, hiçbirinde yoktu bu Oreo. Sahiden sadece bana tarif ettikleri bakkalda varmış (adını unuttum ama yeri şura). Kasada 13 liralık bedelini öderken büyüyen gözlerimi hemen ardından yine cep telefonuma diktim. Bu sayede Oreo’nun 101 yıllık bir bisküvi olduğunu, ismini nereden aldığının bilinmediğini, yüzde 70 bisküvi – yüzde 30 krema oranına sahip olduğunu, satışı bulunan 100’den fazla ülkede küresel ölçekte en çok satan bisküvi unvanıyla 1,5 milyar dolar ciro yaptığını, ABD’den sonra en çok Çin, Kanada ve Venezuella’da satıldığını, yiyenlerin yarısının iki bisküviyi ayırıp önce kremasını yediğini (eve getirdiğimde Neynep de aynen böyle yaptığını hayretle gözlemledim), ilk dönemlerde kremasında domuz yağı kullanıldığını ancak koşere uygun olmadığı için sonradan çıkarıldığnı ve Facebook’ta 32 milyondan fazla (!) hayranının olduğunu öğrendim. Bizimkiler (de) ağzının tadını biliyor anlaşılan.
- Evde biraz dinlenmek için koltuğa kurulduğumda geçen gün başladığım kitaba (İrrasyonel) devam ettim. Britanya’daki kamu kurumlarındaki israfla ilgili yerde kalmıştım. Dehşet verici har vurup harman savurmaya karşı yazarın ilginç bir tespit ve tavsiyesi vardı. Buna göre askeri kuruluş çalışanları ve kamu görevlileri taksiyle değil otobüs ve metroyla yolculuk etse; özel hastaneleri değil devlet hastanelerini kullansa ve çocuklarını özel okullara değil devlet okullarına göndermek zorunda kalsalar bütün bu hizmetler hızla değişip iyileşecekti. Güzel tespit doğrusu.
- Havanın hala güzel olduğu hatasına kapılarak tekrar dışarı çıkıp biraz Boğaz havası almaya karar verdim. Vecihi‘ye biner binmez durumun hiç de öyle olmadığı anlaşıldı ama artık çok geçti. Son hedefime varamadan Sarıyer’de tam şu noktada bir banka çöktüm, puromu yaktım, Boğaz’ı seyretmeye koyuldum. Hemen arkadaki yoldan geçen araç gürültüsü yüzünden (geleneksel olarak) Boğaz huzur vermekten çok kafa şişiriyordu. Bu esnada en rahatsız edici sesin hatlı minibüslerden geldiğini fark ettim.
Bence teknolojinin geliştiremediği tek alan Magirüs minibüs motorları. Motor niyetine ne çalışıyor içinde bunların? Yine cep telefonuma kafayı eğerek çocukluk ve öğrencilik yıllarımın içinde geçtiği Magirus’un ta 1824’te Almanya’da kurulduğunu ve 1975’te Iveco tarafından satın alındığını öğrendim. Estetik, aerodinamik ve konfordan yana hiçbir şeye sahip olmayan bu takozları bizim minibüsçü tayfası niye bu kadar sevdi bilemiyorum. Ama enteresan meraklıları da var hani…
Bu takozların yeni serisinin (hala takoz) sitedeki tanıtımı şöyle başlıyor: “Modern tasarımı ile çağdaş şehirlerin yeni yüzü haline gelecek…” Sizin çağdaşlığınıza da, şehir anlayışınıza da… - Modifiye kafasına girmişken denk gelen bir şey daha oldu. Yaklaşık 9 araçlık bir asker konvoyu sanki Türkiye’de askere giden ilk kişiyi taşıyormuşçasına çılgınca gürültüler çıkararak ağır ağır geçti. Hepsi sürekli kornaya basıyor, camlarından çıkan gençler feryat-figan bağırıyor, bağırmayanlar devasa vuvuzelar üflüyor ya da havalı ördek kornası çalıyordu. Hepsi sesini sonuna kadar açtıkları müzik sistemleriyle ayrı ayrı şarkıları bagajlarına yığdıkları hoparlör ve wooferlar ile etrafa yaymaya çalışıyordu. Gürültüyü mümkün olduğunca yayabilmek için otomobillerin bütün camlarını açmışlardı ve benden daha çok üşüyorlardı. Bizde bir grup için eğlenmenin seviyesi etrafa verilen rahatsızlıkla doğrudan ilişkili. Bu arkadaşlar da (sağolsunlar) bu gruptandı. Daha ilginci kortejdeki araçların TAMAMI modifiye Şahin’di. Ayıp olmasın diye fotoğraf çekmedim ama araçlara aklınıza gelen HER ŞEY yapılmıştı (şasi altı mor ışıklar dahil). O sırada aklıma geldi; Kuş Serisi olarak bildiğimiz bu Serçe, Şahin, Doğan, Kartal modellerinin üretimi 2004’te bitmişti. Yani şu an piyasadaki en yeni ‘Kuş’ yaklaşık 9 yaşındaydı. Peki bu ligdeki modifiye tutkunları neye yönelmişti?
Diriltme çabaları da boşa gittiğine göre yeni bir hedef belirlenmiş olmalıydı. Sahibinden.com’da 2. eli epey zayıftı. Takasa yatkın olan sahipleri genellikle Hyundai tercih ediyordu. Ama ‘Doğan görünümlü Şahin’ tadında bir Hyundai de görmemiştim. Bu konuda ne yazık ki daha detaylı bir bilgiye ulaşamadım. Merakım sürüyor. - Bankta oturmak demek önünüzden geçenlerin hayatlarına 10’ar saniye ortak demek. İnsanlar yürüyüş yaparken daha çok konuşuyor. Bir sürü hayattan küçük, garip öykülere kulak misafiri oldum. Genellikle başkalarının dedikodusuydu dönenler. Bilindik, küçük, sıradan hikayeler. Yazın daha keyifli ve çeşitli olur.
- Eve dönüş yolunda Burger King’in önünden geçerken uzun zamandır hamburger yemediğimi hatırladım ve bir Double Whopper Menü almaya karar verdim. Yerken ilk defa kaç kaloriye denk geldiğini merak ettim. Burger King’in sitesi çakallık edip kalori sayfasında bilgilendirmeye salatalardan başlamış. Gariptir; hamburgerlerin günahını öğrenmek için ayrıca bir PDF yüklemeniz gerek. Böylece yediğim menüdeki hamburgerin bile tek başına 830 kalori olduğunu; patates (240 kalori) ve içeceği (290 kalori) de ekleyince o eşsiz lezzetin bedenime 1.360 kalori enjekte ettiğini öğrenmiş oldum (ÇÜŞ). Mayonez, ketçap gibi şeyler sevmediğimden en azından onlardan yırttım (siz seviyosanız toplama 90 kalori daha ekleyin). Büyük seçim ister misiniz? İstemezseniz size çok sevdiğim bir kitabı hatırlatayım.
- Bu yazıyı yazmadan hemen önce boş boş webde dolanırken internetin kaydedilen ilk alan adının 10 gün önce 28 yaşına bastığını öğrendim.
Sıradan bir Pazar günü işte böyle geçti. Üstelik henüz bitmiş de değil.
Ve blog yazmak, olmadı günlük tutmak; en olmadı bir kenarlara bir şeyleri not almak harika bir şey!
Görüşlerinizi paylaşın: