Posta gazetesinde çalıştığım doksanlı yılların hatırlayamadığım bir diliminde o dönem oturduğum Yeşilköy’den çıkıp Bağcılar’daki Doğan Medya Center’a doğru aracımı sürmeye başladım. Yağmur yağıyor ve giderek daha da kuvvetleniyordu. Havaalanı yolunu geçtikten sonra yolda su birikmeye başladığını gözledim.
Cağaloğlu’nu terk eden Hürriyet, Sabah, Milliyet ve Star gazetesinin etrafına konuşlanmasından dolayı ‘Basın Ekspres’ adını alan yola girdiğimdeyse ilerisinin daha da feci olduğunu gördüm. Polis bizi yan yola veriyordu. Yan yol dediğim de (bilenler için) Sabah gazetesinin o dönemki binasının önündeki yoldu.
Burada su birikmesi daha yüksek boyuttaydı. Araba buradan geçer mi, geçmez mi diye düşünürken farkında olmadan yükselen suyun etkisiyle motor stop etti! Su aracın içine dolmaya başlamıştı. Camdan dışarı çıktım. O an civardaki bütün fabrikaların işçilerinin çatıya çıktığını gördüm.
Uzaktan bir gürültü geliyordu…
Kafamı biraz daha tepeye doğru kaldırdığımda sel indiğini gördüm! Bu hayatımın en korkunç tecrübesiydi. Aynen filmlerde olduğu gibi bir çığ misali tonlarca su, önüne kattığı her şeyi silip süpürüp, büyüyerek geliyordu. Hiçbir fikir yürütemiyordum. O birkaç saniye içinde arabanın üstüne çıkmayı akıl ettim (hata).
Sel yolları, binaları aştı ve dev bir tokat gibi bizi savurdu attı. Geri kalan yaklaşık 2 saat boyunca lağım ve çamurlu suların içinde yüzerek su altındaki arabalarımızı yerinde tutmaya çalıştık. Kimse kimseye yardım etmiyordu. Sudan geçebilen kamyonlardan çekmeleri için ip istiyorduk, hiçbiri dönüp bakmıyordu bile.
Şehrin göbeğinde sefaletin ve çaresizliğin içine düşmüştük!
İşte o günkü çaresizliğimin ortasında ilk iş olarak bir cep telefonu almaya karar verdim. Sonradan cep telefonu olan birkaç arkadaşımın çekici ya da gazeteden araç çağırarak kurtulduğunu öğrendim. O hafta bir cep telefonum olmuştu (Ericsson’un sürekli arıza yapan lanet bir modeliydi). Böyle bir mağduriyet yaşamasaydım alır mıydım bilmiyorum.
Sanılanın aksine cep telefonuyla hiçbir dönem heyecan verici bir ilişkim olmadı. Yeniliklerini takip ettim, onlarcasını kullandım ama ilki (ve eşime evlenmeden önce hediye olarak aldığım) hariç hayatımda hiç para verip bir cep telefonu almadım. Mutlaka firmaların test için yolladığı bir şeyler oldu elimin altında. Gerek kalmadı.
Üstelik telefonla konuşmayı (aynen chat gibi) sevmem. En uzun görüşmem 1 dakikadır. Arayıp 1 dakikadan fazla konuşanı da sevmem. Telefonla ‘konuşma’ benim için hayatımı bölen bir şey oldu hep. Ama internete erişme derseniz durum değişir.
Biraz huzur, biraz uyku…
Yaşam saatlerim malum. Herkes ayakta koştururken ben kestiriyorum. Gece yaşadığımı unutanların çağrısıyla delik deşik olan birkaç saatlik uykumu kurtarabilmek için son aylarda yatarken telefonumu uçuş moduna alma huyunu edindim. Böylece bütün çağrılar engelleniyor, ama wifi ile kablosuz internet erişimi sürüyor. Ben de rahat ediyorum.
Ama cep telefonuyla çok haşır neşir olmadığımdan çoğu zaman açmayı unutuyorum! Rekorumu bu hafta kırmış ve Pazar gecesinden bugüne (Salı) açmayı unutmuşum. Bu iki gün evden çıkmadan kesintisiz çalıştığım için anlamamışım da. Benim için internet varsa, telefon çalışıyor demek.
Oysa mesajlarımın birinde bir ipucu varmış buna dair; dikkat etmemişim. Fark edenler de olmuş gerçi.
Diğer yandan; cep telefonuma ne kadar uzaksam, sosyal paylaşıma o kadar yakınım. Bu olay garibime gitti ve yazayım dedim.
Birkaç dakika geçmeden Turkcell’in Kurumsal İletişimden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Koray Öztürkler yanıt yazdı:
Koray normalde tanıdığım ama belki 1 senedir görüşme fırsatımız olmayan biri. Diğer yandan Turkcell’in Kurumsal İletişim ayağı uzun süredir benle iletişimini kesti; basın toplantılarına bile çağırmıyor. Vardır bir bildikleri elbet; sormadım da sebebini.
Ama cevap hoşuma gidince bunu da paylaşayım dedim. Niyetim biraz da sosyal ağların ne kadar etkin bir şekilde evrildiğini göstermekti.
Sonra olacakları hayal bile edemezdim. Bakın olay ne şekilde anlaşılmış (kimilerince):
Bir tane daha,Son bir örnek daha,Arkadaşların viral dediği muhtemelen ‘gizli reklam’. Ya da internette adına ‘reklam’ denmeden yapılan her reklamı ‘viral’ sanıyorlar. Önce onlara bir ödev verelim. Viral terimi virus kökeninden geliyor ve özelliği virütik yayılım göstermesi. Başka bir deyişle
- Twitter’da bir kadın memelerini açar ve bunu virütik etkiyle takip eden yüz binler paylaşırsa o iş ‘popüler’ olur ama ‘viral’ olmaz (olayın bir markaya, ürüne, hizmete bağlanması gerekir)
- Memeler bir ürünün parçasıysa ama insanlar paylaşmıyorsa o da ancak ‘reklam’ olur, yine ‘viral’ olmaz.
- Viral etkisinden kasıt erişim kadar erişimin yoludur da. Yani bu örnekte benim takipçilerimin görmesi değil, benim ya da Koray’ın takipçilerinin paylaşarak on binlere, yüz binlere, milyonlara eriştirmesidir.
Ne viraldir dersiniz buyrun size bir kaynak. (odağı bozuk titrek kamerayla fikir apartıp kısa film çekmek de değil yani)
Meseleyi toparlayınca nicedir yazmak istediğim bir konu ortaya. Bizdeki bu ‘reklam korkusu’ nedir? Reklama karşı bu nefret niyedir? Yukarıdaki gibi reklam niyeti bile olmayan bir şey insanların tepkisini çekiyorsa bunu her açıdan düşünmemiz gerek (ayrıca bir yazıda fırsat bulursam yazacağım).
Twitter, Facebook gibi ağlarda Türkiye ve dünyada gizli reklam yapanlar olduğunu biliyorum. Hatta Türkiye’deki büyük bölümüyle arkadaşlarım çalışıyor. İlginç bir şekilde hiçbiri de reklam yaptığını söylemiyor.
Sosyal medyadan para kazanılabilir
En azından kendi beyanımı tarihe kaydetmiş olayım: Ben şu ana kadar yazdığım hiçbir mesajdan, yaptığım paylaşımdan, vs para almadım.
Bununla beraber; para almayı, alanları ayıplamıyorum. Aksine ticari bir kurumun, ticari bir değer taşıyan tanıtım girişiminde, bireylere ait bir mecrayı ücretsiz kullanmak istemesini bir sömürü ve değer vermeme olarak yorumluyorum. Ama benim gibi ticari bir hizmet ya da markayı hoşuna gittiği ya da insanların işine yarayabileceğini düşündüğü için kendi isteğiyle ücretsiz olarak paylaşana da saygı duyuyorum.
Benim durumumun biraz farklı olduğunu da unutmayalım. Gazeteci kimliğimden dolayı insanları haberdar etmek zaten işimin bir parçası (gerçi sosyal hesaplarımın hiçbiri gazete sayfam, televizyon programım değil ya, neyse).
Daha da ilginci hemen her sosyal ağda hatırı sayılır kişiye ulaşıyor olsam da kimse bana böyle bir teklifle de gelmedi. İyi de olmuş çünkü gelse ne derdim onu da bilmiyorum. Şu ana kadar hep benden rica edenlere karşılıksız destek oldum ve olacağım. Ama istisnasız hepsinde mutlaka yukarıdaki gibi gizli reklam ithamlarıyla da karşılaşıyorum (bundan sonra bu yazının linkini yollayacağım!).
Ha, benim de bir istisnam oldu elbet. Ama para değil, gigabayt için 😉 Dünyada mekan, internette alan!
Asıl düşündüğüm ve ilerde hakkında yazmak istediğim konunun ana hatları şöyle:
- Her şeyi bir gizli reklam olarak algılayanların aklından karşılıksız bir iyilik yapma ya da bir çıkar gözetmeksizin bir şeyi paylaşma ihtimali nasıl silinip gitti?
- Bu reklama yönelik bir nefret midir yoksa reklam karşılığı para kazanmaya yönelik bir imrenme midir?
- Sosyal ağların değerli olmasının sebebi arkadaş tavsiyeleri iken bu olayı itici hale hangi olaylar getirmiştir?
Bir gün hepimiz sahip olduğumuz hesaplar üstünden kredi, puan ya da para karşılığı bir şeyler yayınlıyor olacağız. O şeffaf ve kabul görmüş günler gelene kadar bu sancılar normal herhalde. Doksanlı yıllarda da “Web sitesine reklam alınır mı? Açgözlü tüccarlar!” tartışması vardı, bilmem hatırlayanlar var mıdır?
O zamana kadar herkes kendince doğru bildiğini yapmaya devam etsin. Sular durulunca eğriyi-doğruyu daha rahat göreceğiz nasıl olsa.
Görüşlerinizi paylaşın: