PWC Türkiye’nin web televizyonu için Duygu Merzifonluoğlu’nun benimle yaptığı röportaj. Sosyal medya, özel ve iş hayatına dair.
İnternet Ekipler Amiri
Alemden süzülen görüntülü gariplikler.
PWC Türkiye’nin web televizyonu için Duygu Merzifonluoğlu’nun benimle yaptığı röportaj. Sosyal medya, özel ve iş hayatına dair.
Kişisel blogum olmasına rağmen buradaki yazılara göz gezdirdiğimde en az bahsettiğim şeyin aslında kendim olduğunu fark ettim. Zaman zaman birileri bir vesileyle mikrofon uzatıp sadece kendime dair bir şeyler soruyor. Yayınlanmalarının ardından birçok mektup, mesaj ve yorum alıyorum. Çoğunun da ortak paydası “ben seni böyle bilmezdim“…
Başkaları hakkındaki algımız çoğu zaman fili tarif etmeye benziyor. Nereden tutarsak, hangi kısmına bakıp odaklanırsak ona göre fikir sahibi oluyoruz. Hele göz önünde biriyseniz hakkınızda oluşan fikirlerin çoğu küçük (ve genellikle önemsiz) kırıntılardan besleniyor. Hiç tanışmadığınız, oturup iki çift laf edemediğiniz kişiler size ait kesin, katı yargılara sahip oluyor. Kimi zaman yazdığınız iki satır yazı, kimi zaman birkaç kelamdan. Ve ne hikmetse bu yargılar genellikle olumsuzluklara odaklanıyor.
Çok mu dert? Elbette değil. Önemli olan kendini bilmek.
Babamdan bana sirayet eden en belirgin özellik belgesel izleme tutkusu olmalı. Yakın zamana kadar Afrika ormanları ile mercan kayalıkları arasına sıkışan belgeseller yeni yayıncılık anlayışı çerçevesinde beni bile şaşırtan konu zenginliğine ulaştı. Ve ne mutlu ki internetten ulaşabileceğimiz kaynaklar sayesinde bu açlığı doyurmak için epey seçeneğimiz var.
Lafı geçmişken kullandığım kaynaklar arasında eli yüzü düzgün olan birkaç tanesini paylaşayım.
Bu yazıyı yazmadan önce arka arkaya iki belgesel izledim. İkisi de insanın içini karartan türdendi. İlki uzun zaman önce Mehmet Tez‘in blogunda denk geldiğim ve bir kenara not ettiğim 2008 yapımı The Story of Anvil adlı yapımdı.
1978’de Kanada’da kurulan ve heavy metal müziğin genlerini oluşturan, bugün aklınıza gelen hemen her metal / rock müzik grubunun ilham kaynağı olan ve yıllarca konserleri, festivalleri yıkıp geçiren Anvil grubunun kefeni bir türlü yırtamama ama umudunu korumasının hikayesiydi. Zamanında müzisyenlik yaptığım ve benzer çileler çektiğim için midir nedir, izlerken bazen ağlayasım geldi.
Bu yazının konusu olmadığı için detaya girmiyorum ama bence MUTLAKA (çekin) izleyin.
Esas etkilendiğimse hemen ardından izlediğim Wal-Mart: The high cost of low price adlı 2005 yapımı belgesel oldu.
Bu belgeselden çıkardığım birkaç notu kısaca da olsa paylaşmak istedim. Ama önce bizim pek aşina olmadığımız ‘Tasarruf Et, Daha İyi Yaşa’ (Save Money, Live Better) sloganıyla meşhur Walmart‘ın ne olduğuna bakalım.
Sosyal Medya adlı bir TV programıyla ekran karşısına çıkınca herkesin gözünde Sosyal Medya Uzmanı olarak kodlanıyorsunuz. Olmadığımı her fırsatta dile getiriyorum. Hiçbir zaman ağzımdan böyle bir kelime çıkmadı, bana atfedildiği her örnekte karşı çıktım.
Ve kendini öyle tanımlayanları da saygıyla karşılıyorum. Hiçbirini sınamadım, sorgulamadım, yermedim.
Buna karşılık hayatımıza popüler anlamıyla gireli 5-6 yıl olmuş, adına ajanslar açılalı daha 2-3 sene geçmiş bir kavramın nasıl bu kadar çabuk, bu kadar fazla (ve genç) uzmana sahip olduğunu elbette düşündüm. Diğer yandan beyaz yakalı jargonunda çok afilli bir mertebe olmayan ‘uzmanlık’ için bunca kişinin delice bir iştahla koşmasına da hep şaşırdım.
[box type=”note”]Şahsen uzmanlığı sosyal medya eksenine değil, iletişimde arıyorum. Esas marifetin sosyal medya araçlarına hakim olmak değil, iletişimi bilmek olduğunu düşünüyorum. İyi bir iletişimcinin (kaçınılmaz olarak) sosyal medyaya da hakim olması gerektiğini savunuyorum. Zira yapılan iş özünde marka ve müşterisi arasında mümkün olduğunca kalıcı ve anlamlı bir iletişim kurma çabasından ibaret. Mecra, kapasite ve yeteneklerinin farklılığı benim gözümde küçük ayrıntılar olarak kalıyor.[/box]
Bilen bilir, yazılarımda da çokça değinmişimdir; ben Steve Jobs’u pek sevmem. Her hareketi ince bir halkla ilişkiler ve algı yönetimi filtresinden geçmiş, koskoca bir yaratıcı çalışan ordusunu acımasız, faşist bir anlayışıyla yönetmiş, en yakın dostlarını bile gözünü kırpmadan harcamış ve kendinden gayrı herkesi perde ardına gizlemiş tipik bir Amerikan patronudur.
Sahi Apple şirketinden Jobs dışında kaç isim sayabilirsiniz? (Apple’a dair her şeyi Jobs’un düşünüp tasarladığını zannedenlere bile rastladım ben).
Eski bir yazımda da değindiğim gibi kimse muhafazakarlık ve bağnazlık konusunda teknoloji tutkunlarının eline su dökemez. Fanatik taraftarlar gibi çoğu zaman eğriyi-doğruyu tartmaktan çok kendi kamplarında saf tutmaya ve siperi güçlendirmeye gayret ederler. Dev propaganda makinaları ve önyargılarla kendilerine yüksek duvarlı hapisaneler örmüşlerdir.
Dolayısıyla bu konulara girmek genellikle tehlikeli sulara dalmaya benzer; az çekmemişimdir hani. Jobs ile ilgili tespitlerimi de ayrıca derleyip paylaşmak isterim. Bu yazının konusu ise çok başka.
‘Triumph of the Nerds’, bilişim dünyasının en meşhur belgesellerden biri. Robert Cringely imzalı bu yapımı geçen sene bloguma konuk etmiştim. Cringely’nin bu belgesel için konuştuğu onlarca kişiden biri de Steve Jobs’tur. Sadece 10 dakikasını kullandığı 1 saatlik bu tarihi röportajın orijinal kaydı montajın yapıldığı Londra’dan ABD’ye gelirken kaybolur. Jobs’un ölümünden kısa bir süre sonra belgeselin yönetmeni garajını temizlerken kayıp kopyayı bulur ve bu tesadüf sonucu Steve Jobs’un en uzun röportajlarından biri yeniden gün ışığına çıkar.
Bu yazıda 1 saati aşan Steve Jobs: The Lost Interview adlı röportajı izlerken çıkardığım notları ve kişisel görüşlerimi paylaşacağım. Yaratıcı, mücadeleci ve işi adına birçok şeyi feda edebilen bir zihnin kendine has tarzıyla elde ettiği başarı ve tespitlerin faydalı olacağını düşünüyorum.
Belleklere daha çok Şarlo ya da Charlie olarak kazınmışsa da Charles Spencer Chaplin aslında Sir (Sör) unvanına sahip bir oyuncudur.
Sessiz film döneminin abartılı oyunculuğa dayalı oyun performansında komedi denince akla gelen ilk isim olmayı başaran Chaplin’in ‘The Great Dictator’ filmi eminim meraklıları için başyapıtları arasındadır.
Komedyen kimliği ABD’de yaşadığı dönemde politik kimliğinin gölgesinde kalmaya başlar. 2. Dünya Savaşı rüzgarının etkili olduğu dönemde faşizm ve militarizm karşıtı görüşleriyle ses getirir.
ABD’li Senatör Joseph McCarthy dönemindeki ‘cadı (komünist) avı’ sürecinde solcu eğilimleri sebebiyle Avrupa geri dönmeye mecbur bırakılmıştır. İtibarının iade edilmesi ABD Film Enstitüsü’nün kendisini ‘Gelmiş Geçmiş En İyi 10 Erkek Oyuncu‘ listesine sokulmasıyla sağlanmış mıdır bilmem.
‘Özgürlükler Ülkesi’ Amerika’dan sürgün edilmeden önce çektiği The Great Dictator (Büyük Diktatör) adlı film birçok açıdan önem taşır. Alman Diktatör Adolf Hitler’i bir komedi figürü olarak işlemek bir yana, içerdiği meşhur konuşma da sinema tarihine geçecektir. Kendi yazıp yönettiği bu siyah-beyaz film bir lider, faşizm ve savaş reddiyesi olarak önemli bir örnektir. Alıntılayacağım konuşmanın metni için 2 sene çalışmıştır.
Geçen gün bir sohbette anlattığımda masada kimsenin bu konuşmadan haberdar olmadığını görerek üzüldüm. En azından -siz de duymadıysanız- bilin istedim. Önce izleyelim (orijinal videosunu paylaşmaya Youtube izin vermiyor ancak aşağıdaki düzenlenmiş hali sanıyorum daha da etkili):
Sex sells…
Reklamcılığın bu ana damarına hepimiz aşinayız. Doğrudan ya da dolaylı olarak her yerden hayatımıza sızıyor. Yaygınlığı ve gördüğü ilgiyi insanlığın en büyük ortak paydalarından birini gıdıklamasına bağlamak mümkün.
Cinselliğin odağında da çoğunlukla kadın var elbette. Kadın vücudunun yerine mıhlamadığı, gözlerini dondurmadığı erkeği bulmak başlı başına bir marifet.
Bunun bir başka karşılığı da (Türkiye’de fazlasıyla kullanılan) bebek ve çocuklar.
Sevimli bebeklerin hoş anları her reklam kampanyasına bir şey katabilir. Ama özellikle bazı kategorilerde tanrıça misali bir kadın bedeni işin büyük bir bölümünü halleder. Bunun üstüne bir de yaratıcılık eklenince işler değişir.
Yaratıcılıkla bezeli hoşuma giden örneklerden birkaçını paylaşmak istedim (cinsellik, çıplaklık ile ilgili derdi tasası olanlar bu kısımdan sonrasını okumaz / izlemezse iyi olur):
Vay Kurban
Kendi acılarını kendin çekmelisin.