Wired dergisinin ABD versiyonunun Şubat sayısında her yazısını merakla beklediğim Clive Thompson saatlerle ilgili bir yazı kaleme aldı. Anafikri şuydu: amacı zamanı bize hatırlatmak olan bir cihaz nasıl olur da modeline göre yüz bin; hatta milyonlarca dolarlık etikete ulaşır?
Benim de zaman zaman aklıma düşen bir konu bu.
Önce önünü ardını eşeleyelim biraz.
Zamanı ölçmekse mesele; zaman dediğimiz kavramın ‘varsayılan’ ve tarih boyunca kimi zaman dilimlerinde kaydırılmış; hatta sıfırlanmış bir ‘sabit’ olduğunu unutmayalım. İşin bu kısmına Radikal gazetesindeki köşemde bir vesileyle kenarından değinmiştim.
Dünyada gerçekten ayrım yapmadan adaletli olarak dağıtılan tek şeyin zaman olduğunu hatırlarsak saatin fonksiyona yönelik çok da bir ayrımı yok aslılnda. Ne kadar ucuz ya da pahalı farketmez; sonuçta bize saat ve bazen de tarihi gösteriyorlar.
Kendi içlerinde genelde analog ve dijital (kadranlı) olarak ikiye ayrılsa da kadranlarının ötesinde analog saatleri kendi içinde kurmalı, pilli ve hareket sensörlü olarak üçe ayırmak mümkün. Analog kadranları taklit eden dijital modeller bir sınıf oluşturur mu emin değilim.
Kurmalılar malum; pilliler de öyle. Otomatik olarak da adlandırılan hareket sensörlü modeller analog kol saatlerinde uzun zamandır en makul çözüm. Bu modeller kol ve bilek hareketlerinizden ürettiği enerjiyi saati sürekli çalışır halde tutmak için kullanıyor.
Zembereğin ve mekanizmanın kalitesine göre kurmalı saatlerin genellikle her gün aynı saatte kurulması tavsiye edilir. Gücünü pilden alan analog saatlerin pilinin bitmeye yüz tuttuğunu geri kalmasından ya da yerli yersiz durmasından anlayabiliriz. Kinetik enerji kullananlarsa kolunuzdan çıkardıktan belirli bir süre sonra derin bir uykuya geçer.
Zamanın çetelesini tutan ülke: İsviçre
Saat denince akla gelen ilk ülkenin İsviçre olması tesadüf değil. Zira 15. yüzyıldan bu yana Cenevre şehri ağırlıklı olmak üzere saat yapımı konusunda uzmanlaşan kişi ve firmalara ev sahipliği yapan bir ülke İsviçre. Bugün bile Cenevre ile Basel arasındaki ‘Saat Vadisi’ olarak adlandırılan 200 kilometrelik hat üstündeki dünyaca meşhur saat üreticileri, ülkenin en büyük gelir kaynağı olmanın yanısıra en popüler turistik rotalarından birini de oluşturuyor.
Alkolü sadece kafa bulma ritüeli uğruna değil kültürüyle hayatınıza sokanlardansanız bilirsiniz ki her köpüklü şarap şampanya değildir. Bir köpüklü şarabın ‘şampanya’ olarak adlandırılabilmesi için onun Fransa’nın kuzeydoğusundaki Champagne bölgesinde üretilmiş olması gerekir.
Benzer şekilde dünyanın en güzel peynirlerinden parmesan da ‘Parmigiano-Reggiano’ etiketini taşıyıp bu isimle anılabilmesi için mutlaka anavatanı İtalya’nın belirli bir bölgesinde üretilmiş olmalıdır. Üstelik bu konu Avrupa Birliği kapsamında özel bir kanunla korunmaktadır. (yakın geçmişte enteresan bir Türk-Yunan tartışması doğuran ‘baklava’ meselesinin önemini şimdi anladınız mı?)
Konuyu saatten peynire, şampanyaya dağıttıktan sonra yeniden toparlayalım.
İsviçreli olmanın bedeli
Bir saatin İsviçre malı; ya da daha genel tabiriyle ‘Swiss-Made’ olarak etiketlenebilmesi için de benzer şekilde 1930’da kurulan ‘Fédération de l’industrie horlogère suisse‘ (İviçre Saat Endüstrisi Federasyonu) tarafından belirlenen ve sonradan ülkenin kanunlarına giren şartlara uyması gerekiyor.
Bu şartları sağlamak içinse üretilen saatin iç mekanizmasının en az yarısının İsviçre kökenli bileşenlerden oluşması, bu bileşenlerin tamamının montajının İsviçre’de yapılması ve bütün bu süreçlerin hakkıyla yerine getirildiğine dair bağımsız bir denetim kurulundan onay ve yetki belgesi alınmış olması gerekiyor. Bu kadar zorlu süreci atlattıktan sonra o meşhur yazı da ön kadrana yerleşebiliyor.
Bunun tek istisnası en meşhur İsviçre saat markalarından Breitling. Bu marka nedense ‘swiss-made’ unvanına sadece arka yüzde yer veriyor.
Kaliteyi ekonomik fiyata indirgemek
İsviçre saatlerini hep pahalı, lüks modeller olarak yaftalamak da pek doğru değil. Çünkü ekonomik fiyatlı ve uzun ömürlü olarak belleklere kazınan Swatch da yine bu ülke kökenli (Swatch : Swiss Watch. Ancak bir diğer iddiaya göre Second Watch. Yani ucuzluğundan dolayı sahip olunan ikinci saat).
1856’da kurulan İsviçreli saat üreticisi ETA SA, 1980’li yıllarda Japon rakiplerin ucuz fiyat ve bol fonksiyonla kendilerini zorladığını farkeder. Dönemin İcra Kurulu Başkanı Ernst Thomke, saat mühendisi olarak görev yapan Jacques Müller ve Elmar Mock liderliğinde topladığı bir ekibe bu akımla başedecek yeni bir kategori yaratma görevi verir.
Müller ve Mock, öncelikle iç mekanizmada devrimsel bazı yenilikler yaparak bileşen sayısını 91’den 51’e çekerek maliyeti bir hayli düşürür. Sonra dış materyali de tamamen plastikten imal ederek İsviçre kalitesinde ama emsallerinden çok daha ucuza malolan bir seri ortaya çıkarır. Eğlenceli ve radikal tasarımla birleşince Swatch piyasaya sürüldüğü 1983 yılından itibaren bir fenomene dönüşür.
Kısa sürede boynuz kulağı geçer ve olayın tohumunu atan ETA SA firması Swatch Grubu tarafından satın alınarak ana gemiye dahil edilir.
Elbette bu süreçte Japonlar da yıkılmaz; aksine onlarca marka ve yüzlerce modelle rekabeti hep diri tutmayı başarırlar.
Bendeki durum
Bu kadar okuduktan sonra beni bir saat hastası ya da koleksiyoneri sanan olabilir. Değilim. Ama ilgili olduğum pek çok konudan biri olduğu da kesin.
Ama ilk saatimi hala saklıyorum. Üstündeki ızgara görünümlü plastiği kopup düştü ama hala her bakışımda bende aynı heyecanı yaratıyor.
Bundan sonraki saatim o yılların hesap makineli ve oyunlu olarak iki ana akıma ayrılan serilerinden biriydi. (Elbette oyunlu!)
Ne yazık ki onu saklayamadım ama ilginç bir detay aklıma geldi: o zamanlar sürekli aynı oyunu oynamaktan sıkıldığımız için arkadaşlarımızla saatlerimizi değiştirirdik. Bugün hayal etmesi bile zor. Başka bir uygulama kullanabilmek için cep telefonlarını değiştirmek mesela? Düşünmesi bile garip.
Bu dijitale meyletme durumu sürerken Swatch ile birlikte analog kadranlar bana daha çekici hale gelmeye başladı. Hala da öyledir. Çok heves ettiğim modelleri olsa da benim o zamanlar bir Swatch sahibi olma şansım olmadı. Türkiye’de yetkili bir satış zinciri bulunmadığı için Swatch pahalı bir seçenekti (diye hatırlıyorum).
Yıllar sonra elime para geçtiğinde birkaç tane Swatch aldım (hala duruyorlar) ama hem bileğim çok kalınlaştığından, hem de yaşım ilerlediğinden bir garip durdu. Ve hala içimde bir uktedir. İlerde çocuklarım isterse gözümü kırpmadan vereceğim. Şu an bile takmaktan çok memnunlar ama 20 aylık bileklerine çok kalın geliyor ne yazık ki!
Bu yazıyı yazmak için bilgisayara oturduğumda farkettim ki iki tane Lacoste modeli hariç (ve Lacost dünyanın en uyduruk saatlerini satar; uyarayım) bütün saatlerim İsviçre malı. Pahalı modeller değil ve birbirlerine fena halde benziyorlar.
Örneğin 1999’da New York’ta bir indirimden aldığım Officers serisi Swiss Army’yi hala arada severek takarım. Fotoğrafta görüldüğü gibi epey de kahrımı çekti kendileri:
Bir sonraki saatimse iki İsviçre ziyaretinde de kendimi tutmayı başarmama rağmen sonuncusunda dayanamayarak tam uçağa binerken havaalanında aldığım Wenger’in Field Grenadier serisi.
Adına ister görgüsüzlük ister müsriflik deyin Wenger daha yılını doldurmadan geçen ay gerçekleştirdiğim Barcelona ziyaretindeyse en eski hayallerimden birini gerçekleştirerek bir Mondaine aldım.
Mondaine‘in esprisi İsviçre’nin tren istasyonlarının resmi saati olması. 1944 yılında aynı zamanda İsviçre Demiryolları çalışanı olan mühendis Hans Hilfiker, zamanın her şey olduğu tren istasyonlarında en şaşmaz mekanizmayı ve en kolay okunan kadranı geliştirmek için yıllarca üstünde çalıştığı modeli hayata geçirir. Mondaine isyasyon saatleri o günden bu yana hiç değişmeyen yapısıyla İsviçre’nin sembollerinden biri haline gelir.
Firma 1986 yılında bu birikimi kol saatlerine de yansıtma kararı alır. Benim de bu sayede koluma yerleştirebildiğim model en klasik form olan Evo Gents serisinden.
İster analog isterse dijital kadranlı olsun kurmalı ya da otomatik olmadığı sürece günümüzün bütün saatlerin kalbi quartz kristalleri. Dünyada en çok bulunan minerallerin başında gelen bu kristaller yapısı gereği sabit bir frekansta titretiği için zamanın ölçümünde de aktif rol oynuyor. Bu sayede her saatin bir saniyesi birbirine eşit oluyor.
İlginç de bir öyküsü olduğundan kısaca değinmek isterim.
Quartz kristalinden doğan buhran
Yine bir İsviçreli saat üreticisi olan Girard-Perregaux tarafından keşfedilinceye kadar saatler hep kurma düzenekleriyle çalışıyor ve zamanın tutarlı takibi de zemberek ve çarkların diziliminin ustalığına bakıyordu. 1970 yılında Girard-Perregaux quartz kristallerini kullanarak bu sorunu kolayca aşmanın yöntemini ortaya koyunca bütün saat üreticileri ayaklanarak ustalığı öldürdüğü gerekçesiyle buna karşı çıktı.
Ne var ki 10 yıl geçmeden hemen her saat markası bu ucuz ve kusursuz teknolojiye geçmek zorunda kaldı. Yalnız bu sebeple ortadan kalkan ustalık ve parça uzmanlığı ihtiyacı yüzünden 1000’den fazla firma kapandı, 60 binden fazla saat sektörü çalışanı işsiz kaldı. Bu dönem İsviçre saatçilik tarihinde Quartz Krizi olarak anılır.
Buraya kadar hala okuyorsanız saatlere en az benim kadar meraklısınız demektir. O zaman birkaç enteresan bilgiyle sizi yolcu edeyim:
- Analog saat reklamlarında saatler hep 10:10’dur. Çünkü akreple yelkovan bu şekilde hem (varsa) tarih kadranını hem de üretici firmalının logosunu açıkta bırakır.
- İlginç bir şekilde çoğu dijital saat reklam fotoğraflarında da saat yine 10:10 şeklindedir.
- İsviçre’nin lüks saat markası Rolex’in ürettiği saatin taklitleri gerçeğinden 10 kat fazla satıyor.
- Dünyanın suya ve sarsıntıya dayanıklı ilk saatini Rolex üretti. Markanın 1000’den fazla patenti var.
- Rolex her yıl 800 bin saat üretiyor ve tamamını satıyor.
- Dünyanın en karmaşık sistemli saati HD3 Complication Vulcania.
- Dünyanın (kayıtlara geçmiş) en pahalı saati İsviçreli Vacheron Costantin’in ürettiği 1,5 milyon dolar etiketli Tour de l’Ile. 834 parçadan oluşan saatin üretimi 10 bin saatlik çalışma gerektiriyor. (O kadar paranız yoksa taklidini alın)
- Bu kadar bilginin sonuna cep telefonunda saat olduğu için milyonlarca kişinin saat takmayı bıraktığı bilgisini de ekleyelim de tam olsun.
Sonuçta ister 5 liralık asker saati olsun, ister milyon dolarlık bir Vacheron Costantin; sonuçta ne mutlu ki hepsi önünde sonunda aynı zamanı gösteriyor. Başka da bir yetenekleri, maharetleri yok. Olmayacak da…
Uzunca bir süre saate para vermemeye kararlıyım. Ama bolca param olsaydı yıllardır hayalini kurduğum İtalyan efsanesi Panerai’nin Luminor 1950 Ceramic modelini almaktan kendimi alıkoyamazdım herhalde (Kökeni İtalyan ordusuna dayansa da Panerai de uzunca bir süredir İsviçre’de üretiliyor. En güzel saat modellerinin orduya üretim yapan markalardan çıkması ne garip?)
Sanıyorum hiçbir zaman o kadar param olmayacak…
Zamana dair farklı şeyleri tetikleyen bir kitap, bir de filmle yazıyı noktalayayım:
Orhan Pamuk’un senaryosunu yazdığı ve Ömer Kavur’un yönettiği 1991 yapımı Gizli Yüz filmi saatlerin ruhuna dair ilginç tespitler barındırır. Bulabildiğim bir kesiti şöyle:
Edebi tavsiyemse arkadaşlığından da gayet hoşnut olduğum Yiğit Kulabaş’ın Zamanya adlı kitabı olacak. (Yiğit şimdilerde Ericsson’un Dünya Başkan Yardımcısı olarak İsveç’te görev yapıyor ve yeni kitabı yolda)
Bir de bu yazıya yakışır not: Benim bu yazıyı yazmam kaynak taraması, bilgi onaylaması, yaz, boz derken tam 3 saat 12 dakika sürmüş. Sizin okumanız ne kadar sürdü acaba?
Görüşlerinizi paylaşın: