Blogumu elimden geldiği kadar bilinen ilgi alanlarım dışındaki konulara ayırmaya çalışsam da nalıncı keseri misali yine mesele dönüp dolaşıp internete bulaşıyor. Bu yazı onlardan biri olmayacak.
2009 yılında aklıma gelen bir projeden yola çıkarak bana da başlama gücü versin diye şehirde yaşama adabına dair bir yazı yazmıştım. Çıkış noktam şuydu: çoğumuzun şikayet ettiği şehir yaşamına dair dertlerin neredeyse tamamı aslında bizim kurallara uymuyor değil, kuralları bilmiyor oluşumuzdan kaynaklanıyor.
Ben Anadolu’da doğup büyümüş ve Erzurum’da üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul’a göç edip evlenmiş bir ailenin iki çocuğundan biriyim. Anne ve babamın bana aktardığı genel kültür ve şehir yaşamını nereden öğrendikleri bilmiyorum (gerçi onlar da Anadolu şehirlerinde büyümüşlerdi). Ama şehir hayatına uyum sağlamakta zorluk çektiğimizi, yadırgandığımızı da hiç hatırlamıyorum.
Örneğin babamın büyüdüğü kasaba bugün çok daha muhafazakar ve renksiz. Oysa babamdan çok renkli anılar dinleyerek büyüdüm.
Sebebi bu mudur bilmem ama annemle babamın senaryosunun tekrarında bugünkü sonuç çoğunlukla farklı oluyor.
İstanbul’da (ve güzel semtlerinde) doğup büyümüş biri olarak derdin kökeninde nüfus olduğunun farkındayım. Bu şehir 2 milyon kişiden ibaret olsaydı eminim her şey çok daha farklı olurdu.
Ama değil.
O zaman bir arada yaşamayı öğreneceğiz.
Peki nasıl?
Örneğin annem, babam asansör, otobüs, dolmuş, tren gibi kapalı araçlara binerken önce inenlere yol verilmesi gerektiğini, kaldırımda sağdan yürüneceğini, çay karıştırırken gürültü yapmamayı, sıcak bir şey yiyip-içerken höpürdetmemek gerektiğini ve böyle binlerce şeyi nereden öğrendi de bana öğretti? Onlara bunu kim öğretti? Eğer rehberleri ‘mantık’ ise garip zira herkeste az-çok olan beceri.
Başka bir şeyler olmalı. Ama emin olamıyorum.
Konuyla ilgili bir önceki yazımda aklıma gelen fikir o dönemki şirketimin elindeki imkanları kullanacaktı. Amacım okumayla arası pek hoş olmayanlara ilgili yerlerde karşılarına çıkacak görsel rehberler hazırlamaktı. Bunları da devlet bildirisi ya da okul dersi gibi değil; aksine mümkün olduğu kadar eğlenceli bir üslupla yapacaktım.
İlginçtir ama bu konudaki ilginç örnekler rekabeti her zaman en sıradan kulvarda yürüten havayollarından geliyor. Örneğin Pegasus Havayolları ile başlayan ‘farklı’ kabin anonslarını unutmak mümkün değil:
http://www.youtube.com/watch?v=IKgYqO9w-Do
Sonra Türk Hava Yolları işi sponsoru olduğu spor kulübüyle harmanlayıp çıtayı daha da yükseltmişti:
http://www.youtube.com/watch?v=xHQQL4KVzJ4
İşi viral mantıkla besleyen Southwest Airlines gibi örnekleri de görmüştük:
Hayatından bezmiş bir hostesin sıkıcı suratına bakmaktansa bunları tercih ederim.
(2 yıl sonra gelen bir ek: Yeni Zelanda Havayolları’nın Hobbit turizmiyle harmanladığı kabin içi videosu)
Krizi sevimli hale getirmek
Esas ilham kaynağım da 11 Eylül sonrası havayolu güvenliği konusunda paranoya seviyesine ulaşan ABD’nin terminal güvenlik kontrol noktaları öncesi kuyrukta bekleyen yolculara dev ekranlardan izlettiği videolardı. Son derece sıkıcı, bunaltıcı ve rahatsız edici bu süreci daha katlanılabilir kılmak için eğlenceli bir video hazırlamıştı. Kural ve yasakları nispeten anlaşılabilir ve katlanılabilir hale getirmişti. Böylece kuyruk boyunca herkes hem kural ve yasaklar konusunda bilgileniyor (dolayısıyla ona uygun davranıyor) hem de herkese tek tek laf anlatmak yerine topluca bilgilendirme yapıldığı için sıra daha çabuk ilerliyordu.
Aynısını metrolara, metrobüs duraklarına, trafikte kronik dertlere sahip kavşaklara uygulasak nasıl olur? Metro-asansör gibi giriş ve çıkışın aynı kapıdan olduğu ortamlarda önce inenler beklenirse (ve inenler için orta kısım boş bırakılıp kenarda beklenirse) içeriye daha rahat girileceğini herkesin kendi mantığıyla öğrenmesini beklemek eziyet değil mi?
Şemsiyeyle yürürken karşıdan gelenin gözünü çıkartmamak için şemsiyeyi yukarı kaldırmak gerektiğini öğrenmek için kaç kişi gözünden olmalı?
Sıkışık bir kavşakta bekleyen araçlara akan tarafın yolunu kesmeden kendi tarafında beklemesinin daha iyi olduğunu kim anlatacak? Oysa basit bir mantık bile bunu çözebilir.
Bu sorunları kimsenin ayakta olmadığı gece saatlerinde program aralarına yerleştirdiğimiz sıkıcı kamu spotlarıyla çözemeyeceğimizi öğrenmiş olmalıyız. Daha yaratıcı, daha eğlenceli ve en önemlisi internette paylaşılma ihtimali olan içerikler üreterek dağıtmalıyız. Bunun için zamanında düşünüp karaladığım bazı eskizler var ama muhatabına ulaşamadığı (ve o dönemdeki şirketimi sattığım için) elde kaldı.
Şöyle toparlayalım:
- Türkiye’de ‘Büyükşehir’ kapsamına giren yerleşim yerleri çoğalıyor. Ve bu yerler nüfus açısından sahiden ‘büyük’ oluyor.
- Bu engelleyebileceğimiz bir şey değil.
- Eğitim sisteminde genel görgü ve şehir yaşamına yönelik bir şeyler veremiyoruz. Bu böyle gidecek gibi görünüyor. Vermeye başlasak bile etkisini görmemiz en az 15 sene alacak (yaşam eğrisinden dolayı).
- Ekranlara bakmayı seviyoruz.
- Şehre dair sıkıntıları yaşadığımız alanlarda ekranlar çok daha fazla dikkat çekiyor. (metro duraklarından biliyorum)
- Rencide etmeyen, kısa, esprili bir dille gösterilen sorunlar ve pratik çözüm yolları bir süre sonra insanların kafasına işleyecektir.
- İnternet paylaşım siteleri medya planlaması ve etki çeperini genişletme yükünü de hafifletecektir.
Buyrun meydan. Denemesi bedava olmasa bile ÇOK düşük maliyetli. Etkisine de en başta ben kefilim.
Sizin önerileriniz ve konu başlıklarınız varsa seve seve dinlerim.
Görüşlerinizi paylaşın: