İflah olmaz bir gözlemciyim. Bu yüzden gözümün görüp, kulağımın duyduğu her şey benim için bir tespit vesilesi. Televizyon izlemek de buna dahil.
Bir dönem “eğlence programı” denen türe kafayı fena halde takmıştım. Eğlence dediğime bakmayın; lafın gelişi. Zira eğlenmek bu yapımların çok azında rastlanan bir şey. Aksine ağlayıp, kahrolulan ve bundan keyif alınan tuhaf bir ayin. Yayın konukları feleğin sillesini yemiş, birbirinden garip hikayelerin figüranları. Arada havayı dağıtma bahanesiyle söylenen şarkılar bile bin beter acılarla bezeli. Konukların hali aslen hepsinden felaket durumda ama stüdyoda kendilerine biçilen rol gereği, şahit olduklarına kendilerinden geçerek ağlamaya, kendi dertlerinden gayrı yükleri de sırtlanmaya dünden razılar.
Bu mantıkla bakınca sosyal bir işkence yöntemi gibi algılanacak durumdan alınan ‘keyfi’ ne açıklıyordu peki?
2000’li yılların başında bir süre Doğan TV Holding’de yöneticiydim. Binaya iki farklı kapıdan giriliyordu. Birisi çalışanların (ve normal yayınların normal konuklarının) kullandığı ana kapı, diğeriyse yukarıda bahsettiğim garabetin yaşandığı stüdyoların kapısıydı. Ben elbette tercihimi her zaman ikinciden yana kullanıyordum. Bu sayede iki farklı ulusal kanalın (Kanal D ve Star) sabah programlarının çekildiği stüdyoların önünden geçme fırsatım oluyordu.
Tek sıra halinde bekleyen kadınlar ve birkaç erkek. Sabahın köründe kalkmış, giyinmiş, süslenmişler. Program yapımcısından kelle başı para alan simsarları her an başlarında. Ellerinde evden getirdikleri ve dönene kadar atıştıracakları yolluklar. Konuk koordinatörü ve stüdyo şefinin kimi zaman azarlamaya çalan talimatlarıyla oradan oraya savrulup duruyorlar. Simsar da bu tip örseleme fırsatlarını asla kaçırmıyor. Her ara kademe yetkilide uç veren zorbalık hakkını, sırtından para kazandığı o garibanların üzerinden esirgemiyor. Birazdan hepsi stüdyoya girip topluca kahrolacaklar. Bunun için oradalar.
Aralarından geçip beni odama çıkaracak asansöre binene kadar istisnasız her gün içimden kendime aynı soruyu sordum: Neden? O insanları kendi hayatlarını bir kenara bırakıp başkalarının derdini, kederini taşımaya iten hevesin kaynağı neydi? Daha büyük (ya da büyütülen) dertler, kendi sıkıntılarının ağrı kesicisi mi oluyordu?
Zamansızlıktan sinemaya gidemeyeli çok oldu. Gidemediğim, kaçırdığım filmleri bazen arkadaşlarıma soruyorum. “Müthiş” diyorlar. “Çok ağlayacaksın”. Hatta bazı filmlerin sohbetteki sorusu dahi belli: “Sen de ağladın mı?”
İnsanoğlunun en kadim arayışının mutluluk olduğu gerçeğinden yola çıkınca bunları anlamak zor. Gamsızlığın, sürekli eğlenme arayışının altın çağında havada asılı kalan soru bol. Cevapların yavanlığı biz tuhafları iyice eli böğründe bırakıyor, ne gam.
Belki de Alman Filozof Arthur Schopenhauer’in dediği gibi büyük acılar, daha önemsizlerinin hissedilmesini engellediği için iyidir. Ötekinin, berikinin büyük (ya da gözümüzde büyüttüğümüz) acıları tamamıyla bizim sırtımızı büken şahsi, gerçek ve kaçınılmaz acılarımızı gözümüzde küçültür. Büyük acıların mahrumiyeti ise -maazallah- en küçük dert ve sıkıntılarımızı hatırlatıverir. Kim uğraşacak?
Eskiler bir iltifat ya da iyi dilek namına “Allah derdini artırsın” dermiş. İnsanı insanı yapan, kemale erdiren, onu meşgul eden derdidir çünkü. Herhangi bir konuda derdi olmayan insanı bitkiden ayırmak güçtür. Dertten kasıtsa patates – soğan fiyatlarından gayrı bir şey elbet; hani şu “‘mesele” dedikleri türden.
Derman arardım derdime,
Derdim bana derman imiş.
Burhan sorardım aslıma,
Aslım bana burhan imiş.
(Niyaz-i Mısri.)
Bir başıma çalıştığımdan ve hayatımın önemli bir bölümü çalışma odamda yalnız geçtiğinden beslenme adına karşıma çıkan herkesle sohbet etmeye çalışıyorum. Her konuşma bir noktada cezaevinde bayram görüşmesi halini alıyor. Herkes dertli. Öyle böyle değil üstelik.
Geçenlerde ofisinin “klima politikasından” (bu kendi tanımı) dert yanan bir arkadaşımı sabırla dinledim. Departmanlarında erkekler çoğunlukta olduğu için klimanın derecesini sürekli düşürüyorlarmış. Bu yüzden sırtında kulunç oluşmuş.
Bu meseleyi isyanla karışık öylesi bir coşkuyla anlattı ki bir an bunun sahiden çok önemli bir şey olduğu hissine kapıldım. O da böyle bir izlenim almış olacak ki elleri-kollarıyla abartılı hareketler yaparak kendine daha da dramatik bir hava kattı. Benim için hiçbir anlam taşımayan bir sürü ismi, sabırla saydı. İçi şişmiş belli ki.
Bu yürek burkan insanlık dramını “Günlük ne kadar yemek fişi veriyorlar?” sorusuyla darmadağın ettim. Ne kadar isabetli bir karar verdiğimi sesini daha da yükselterek dillendirdiği isyanından anladım. “Onlar da Kanyon’da yemek yiyor, bilmiyorlar mı sanki?” dedi. “Haklısın” dedim. Bunu benden duymaya hiç ihtiyacı yok gibiydi ama yine de “değil mi ama?” gibisinden kafa salladı. Çorbanın soğuk gelmesinden dolayı garsona inceden bir fırça kaydı.
Bütün bunları bir yetenek yarışmasında süresi bittiği andan itibaren hakkında hiçbir şey hatırlamayacağım beceriksiz, sarsak yarışmacıları izler gibi izledim.
Öylesine beklentiliyiz ki hayattan; sıradanlığın, sadeliğin, basitliğin güzelliği pürüzsüz tenimizdeki istenmeyen siyah nokta gibi görünüyor gözümüze. Antik Yunan’da Atinalı sanatçılar da öyle düşünmüş. Kusursuz, kaslı yiğitler kesmişler koca mermerlerden. Rönesans dönemi İtalyan ressamları da öyle. Ta ki mesela “İnci Küpeli Kız” tablosuyla tanınan Hollandalı Ressam Johannes Vermeer’e dek. Meslektaşı, çağdaşı ve hemşehrisi Rembrandt van Rijn ile birlikte bizim gibi sıradan insanların sıradan yaşamlarını bütün sadeliğiyle tablolarına aktarmayı onlar akıl (belki de cüret) etmişler.
Sıradışılığın, olağanüstü şeylerin yokluğunda da keyif ve heyecan bulunabileceğini onlar hatırlatmış.
Osmanlı’nın son döneminde Osman Hamdi Bey, bugün Pera Müzesi’ni ziyaret edenlerin karşısına pat diye çıkıveren Türk resminin en pahalı tablosu unvanına sahip Kaplumbağa Terbiyecisi’ni çizerken ne düşünüyordu dersiniz? Yok muydu şöyle okkalı bir obje, manzara, ya da Sultan? Vardı elbet. Ama onun derdi başkaydı.
Vincent van Gogh’un “En iyi eserim” dediği “Patates Yiyenler” tablosunu bir kurcalayın bakalım Google’da. O evi, insanları, ışığı (daha doğrusu karanlığı), sıradanlığı, patatesleri tarayın gözlerinizle. Bir şey anlatmaya çalışıyor hepimize.
İki tür dert vardır derler: gerçek olanlar ve türetilenler. Şüphesiz sırtta kulunç yapan bir klima altında çalışmak dertlidir. Ama bunu onkoloji koğuşunda kemoterapi sonucunu bekleyen bir kanser hastasına dert diye anlatabilir misiniz?
Gerçek dertlerin yokluğudur bize yeni dertler ‘türettiren’. Dolayısıyla dert her zaman vardır ve her koşul ve şartta var olmaya devam edecektir.
Sonunda kesinlikle ölüm olan bir hayatta dertlerle gamlanmak, en az mutluluk peşinde koşmak kadar beyhudedir belki de.
Allah dert verip derman aratmasın yine de.
(Şubat / 2019 tarihli Tuhaf dergisi yazım.)
Yazıyı beğenenler için “Haddini Aşan Yaşam Rehberi” başlıklı podcastimin Mart 2024 tarihli “Dert Edinmek” bölümünü de paylaşmış olayım.
Görüşlerinizi paylaşın: