Azılı tutkunlarından değilsem de Star Wars’u severim. Serinin Revenge of the Sith (Sith’in İntikamı) adlı bölümünde, Darth Sidious olarak da bilinen Sheev Palpatine’nın ince ince işlediği, kusursuz işleyen bir plana şahitlik ederiz.
İktidarı tek başına ele geçirme uğruna Galaktik Cumhuriyet’in koruyucusu Jedi şövalyelerini aralarına nifak sokar. Onları birbirlerine kırdırır. Bir Jedi olan Anakin Skywalker’dan Darth Vader çıkarır. Kendine yönelik sahte bir darbe girişimi organize eder ve bunu bahane edip ardı ardına yetki devşirir.
Böyle bir dizi komplo ve kumpas sonucunda bütün rakiplerini etkisiz hale getirip, cumhuriyeti yıkar ve imparatorluk düzenine geçer. İzlerken yüreğinize taş gibi oturur.
En büyük acıyı Meclis’te vekillerin coşkulu alkışları eşliğinde cumhuriyetin mezarına son çiviyi çakacak konuşmasını yaparken yaşarsınız (Türkçe çevirisi). Naboo halkını temsil eden Senatör Padme Amidala (insanlık tarihinde niceleri yaşanan) o anı unutulmaz repliğiyle zihnimize kazır:
Demek ki özgürlük böyle yitiriliyormuş. Kulakları sağır eden alkışlar eşliğinde.
(So this is how liberty dies… With thunderous applause.)
Türkçe seslendirilmiş hali her açıdan kötü olsa da hatırlatma adına paylaşmış olalım. Orijinali gerçekten tüyler ürpertici.
Bu senaryonun tarihin çok farklı dönemlerinde, çok farklı coğrafya ve kültürlerde yaşananlara benzerliğini görmezden gelmek güç (Joseph Campbell’e saygıyla).
Örneğin Revenge of the Sith’in beyazperdeye yansıdığı 2005 yılında ABD’de Başkan koltuğunda “Körfez Fatihi” George W. Bush oturuyor. Ortadoğu işgalinden 11 Eylül saldırılarına kadar akla-hayale sığmayan bir dizi olay eşliğinde Patriot Act, Homeland Security ve Guantanamo Körfezi Hapishanesi gibi ülke tarihinin en tartışmalı kanun ve düzenlemeleri, muhalefetin konuşmasına fırsat bırakılmadan ardı ardına hayata geçtiği dönem. Meşhur repliğini hatırlayın: “Ya benden yanasın ya da teröristlerden.”
Ne var ki Yönetmen George Lucas’ın o dönemki asıl göndermesi Bush’a değil; bugünkü “Trump Çağı”nın ilk kilometre taşınaydı: Ronald Reagan.
1981 – 1989 yılları arasında ABD Başkanı koltuğunda oturan Reagan, eski (ve vasat) bir Hollywood film yıldızıydı. Elbette koyu da bir Hristiyan. Kaçınılmaz olarak azılı bir Cumhuriyetçi.
Atlantik’in öte tarafında; “Üstünde Güneş Batmayan İmparatorluk”un demir yumruklu kadın lideri Margaret Thatcher ile birlikte Yeni Dünya Düzeni’nin kurdelesini kesti. Makas tepsisini de aynı dönemdeki mevkidaşı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (son) Başkanı Mihail Gorbaçov tutuyordu.
“Star Wars: Revenge of the Sith”in kurgu aşamasında çıkarılan bir sahnesinde Reagan’ın 1984 yılındaki seçim sloganı aynen kullanılıyordu. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi zira.
Sersemletilmiş kavramlar ışığında okumalar
Yukarıda özetlediğim dönemi yaşayarak gözlemleme fırsatı bulanlardanım.
Kendi başına, “birey olarak” bir şey olabilme imkan ve yeteneğini yitiren kişileri, onları büyük bir şeyin parçası sandıracak “güçlü devlet” şemsiyesi altında toplamak her zaman işe yaramış, en garantili yöntemdir.
Kuytusu karşılığında elinde kalan son kırıntıları verenlerin şemsiyeyi kimin tuttuğunu fark etmesi hiçbir zaman kolay olmamıştır. Şemsiyenin aslında en fazla bizzat tutan ele yaradığını da. Yine de -neyse ki- tarih boyunca her zaman, her örneğinde “Yeter!” diyen birileri çıkmış ve şemsiyeyi elinden almıştır.
“Hakikat-ötesi”, “post-gerçek”, “hakikat sonrası” gibi binbir Türkçeleştirme gayretine sahne olan günümüzün “post-truth” çağında hiçbir şey bu kadar net değil. Şahsen bu döneme “yalan çağı” demeyi daha uygun buluyor ve tercih ediyorum. Çünkü sonuçta bütün bu gayret, yalanı pazarlayanları ve yalan olduğunu bilse de işine geldiği için ona inanan ve savunanları tanımlamak uğruna. Fakat politik doğruculuk öyle bir noktaya ulaştı ki, yalana “yalan”; yalancıya da “yalancı” diyemiyorsunuz.
Cem Karaca’nın sürgün yıllarında İstanbul hasretiyle yazdığı (ve Yücel Arzen’in bestelediği) “Hep Kahır” şiirindeki gibi biraz:
İnsanlar gülüyordu de.
Trende, vapurda, otobüste.
Yalan da olsa hoşuma gidiyor; söyle.
Hep kahır, hep kahır, hep kahır…
Bıktım be!
“Trump Çağı” Donald Trump ile başlamadı (onunla da bitmeyecek)
Malum Donald Trump aslen siyasetçi değil (siyaseti bir meslek olarak yapanlar ABD’de bile var çünkü). Fakat siyasetin toplumu etkileme, yönlendirme ve kendi çıkarına kullanma pratiği birçok siyasetçiden daha uzun geçmişe dayanıyor. Üstelik çok daha rekabetçi ve sonuca yönelik bir alanda gelişti: Medya (ve gösteri dünyası).
Donald Trump’ı ABD’nin Reagan ve sonrası dönemine ait popüler kültürüne aşina olmadan anlamak (ve anlatmak) pek mümkün değil. Bir şeyler hep eksik kalıyor. Birine benzetmeye kalkmak da öyle. Çünkü McDonald’s, Michael Jackson, Silikon Vadisi ya da Hollywood benzeri pek çok Amerikan “imalatı” gibi Trump’ın da tam karşılığını başka yerde bulmak imkansız.
İçinde yaşadığımız çağın her tür marazını gururlu bir generalin apoletleri gibi üstünde eksiksiz taşıyor. Belki de bu yüzden gösteri dünyasına kıyasla işlerin çok daha basit olduğu siyasette (kendi kriterleri doğrultusunda) fena halde başarılı oldu. Hemen her çizgi üstü siyasetçide olduğu gibi onu da izlerken “Bu adamı gerçekten ciddiye alan, bu riyakarlığa inanan var mıdır?” diye kendinize sorular sormaya başlamanız bu yüzden.
Sorunun cevabını da verelim: Evet bu adama gerçekten inanan on milyonlar var.
Kendisine vaat edilen her şeyden mahrum kalmış, hayallerine sürgün düşmüş, cebindeki birkaç kuruş ve zihnindeki oy uğruna istismar edilmiş, geleceği çalınmış, geçtim ailesini; artık kendi gözünde dahi bir şey ifade etmeyen, geleceği çalınmış milyonlarca insan (ve bütün bunların perde arkası mimarı bir grup “tuzu kuru”) ona inanıyor, güveniyor.
Ona ve türevlerine. ABD’de ve diğer ülkelerde.
Demokrasinin sınavı
Bu hafta ABD’de akıl almaz bir olay gerçekleşti. İkinci dönem için aday olduğu başkanlık yarışında, ülke tarihinin en tartışmalı seçimini kaybeden (ve bunu kabullenmekte epey zorlanan) Donald Trump “fanatikleri” ABD Kongresi’ni işgal etti.
Yaralananlar; hatta hayatını kaybedenler oldu.
Görevi 20 Ocak 2021’de devralacak yeni Başkan Joe Biden olayları “en karanlık günlerden biri” şeklinde özetledi.
Ülkede böyle bir olay en son 200 yıl önce (o da İngiliz Ordusu’na karşı yürütülen savaşta) yaşanmıştı.
Trump giderayak kendi dönemine ait “gariplikler tesbihine” imameyi de bu şekilde kondurdu. O esnada ve sonrasında yaşananlar da epey hararetliydi; burada ayrıntılarına girmeyeceğim. Yerinden gözlenerek derlenmiş güzel bir Türkçe özeti arşiv adına kayda geçirelim.
Yaşananların en garip ve düşündürücü yanı, bu olayların haftalar öncesinde duyuruları yapılarak bağıra-çağıra gelmiş olmasıydı. Üstelik bu ön hazırlık süreci sosyal medyadan, herkesin gözü önünde yürütülmüştü.
Gözler “faltaşı kapalı”
İşte geldik bu uzun girizgahla varmak istediğim esas konuya: Bu süreç sessiz-sedasız gelişmiş ya da bir anlık öfke patlamasıyla başlamış değildi. ASLA!
Aksine, süreci dikkatle takip edenler, Trump’ın fitilini yaktığı 6 Ocak’a ayarlı bombaya karşı yetkilileri uyarmak için elinden geleni yaptı. Üstelik sosyal medyada. Ne var ki konuyla ilgili tedbir alması beklenenler kulaklarının üstüne yattı. Bazı açılarıyla medyadan günbegün, adım adım gelişini seyrettiğim(iz) Madımak Katliamı gibiydi.
Yukarıdaki 21 Aralık 2020 tarihli tweet’te gördüğünüz gibi Politika Yorumcusu ve Yazar Arieh Kovler, tarih ve yer belirterek Trump taraftarlarının, bizzat Trump’ın emriyle 6 Ocak 2021’de Kongre binasını işgal edeceğini söylüyor. Toplam 10 mesaj içeren zincirinde 19 Aralık’taki uyarılarını da harmanlayarak hem göstericiler hem de güvenlik güçleri adına yaşanacakları ürpertici bir öngörüyle anlatıyor. Üstelik açık kaynaklardan (Twitter, Facebook gibi sosyal mecralardan) topladığı bilgiler ışığında.
Kimse bir şey yapmıyor. Önlem alınmıyor ve olaylar neredeyse birebir Kovler’in uyardığı günde, yerde ve şekilde yaşanıyor.
ABD’yi uzaktan takip eden biri olarak Trump’ı ve Trump Çağı’nın temsil ettiklerini anlamak ne kadar zorsa, çok küçük bir kısmını gördüğümüz bu “bir grup öfkeli çocuk“u tanımlamak da o kadar zor. Sosyal medya örgütlenmeleri onların vitrini, iç iletişim panosu sadece. Geri plandaki yapılanma çok daha ürpertici. Adları, bayrakları, ağır silahlı birlikleri, cephaneleri, üniformaları ve hatırı sayılır miktarda maddi kaynakları olan, ülkenin dört bir yanında örgütlenmiş bir neo-KKK yapılanmasından söz ediyoruz.
Üstelik 6 Ocak olayları bu grubun ilk eylemi de değil. Çok daha ürpertici ve yine bağıra-çağıra gelen bir örneği 11-12 Ağustos 2017 tarihinde “Unite the Right” adlı bir yürüyüş bahanesiyle ABD’nin Charlottesville şehrinde yaşanmıştı.
Alt-right denen aşırı sağcı (beyaz, ırkçı ve [Protestan] Hristiyan) gruplar birleşerek gövde gösterisi yapmış, bu esnada şehri alt-üst etmiş, kendilerini protesto edenleri ve engellemeye çalışan güvenlik güçlerini silahlarıyla yaralamıştı. Yaralananlar arasında Eyalet Senatörü bile vardı.
Ben bu olayı, en az olay kadar dehşet verici bir belgesel sayesinde öğrendim. Trump Çağı’nın ve 6 Ocak olayının ön okuması olarak izleyebilirsiniz. (Ne yazık ki Türkçe altyazısı yok.)
Donald Trump’ın şaibeli başkanlık seçimi sırasında da epey tartışmaya konu olan (elbette ki hepsi ABD’li) sosyal medya şirketleri, 6 Ocak 2021’den sonra en zorlu sınavları için ter dökmeye başladı.
“Demokratik Kurumlar” Ltd. Şti.
Hiçbiri siyasi niyet ve hedefle kurulmamış sosyal ağların ulaştığı kitle yüzünden siyasetin en büyük belirleyicisi konumuna gelmesi, siyaset, toplum ve beşeri bilimlere hayli yabancı Silikon Vadisi çocuklarını hazırlıksız yakaladı. Yatırım sermayesi, hisse değeri, kullanıcı sayısı, iş planı, kar oranı gibi şeyler dışında bir şey umursamayan patronlar, kendilerini ABD’nin Başkenti Washington D.C.’de temsilciler karşısında saatler boyu Senato’da ifade verirken buldular.
Ancak o patronlar siyasete ne kadar yabancıysa, karşısındaki milletvekilleri de teknolojiye o kadar yabancıydı. Medyada kopardığı onca tantanaya rağmen bu sorgular -neredeyse- hiçbir şey değiştirmedi. Hayat devam etti.
6 Ocak 2021’e dek.
Olaylar Kongre’nin işgaline kadar vardığı için mi yoksa Donald Trump’ın başkanlık koltuğunu kaybettiği kesinleştiği için mi bilinmez; rüzgar bir anda tersine döndü. “Topal Ördek” ile “Kocamış Kurt” arası bir kıvama gelen Trump, kabinesinden bakanların (daha doğru bir ifadeyle “sekreterlerin”) istifalan ardından bir geri vites çabasına giriştiyse de, bu hiçbir yaraya merhem olmadı.
Tam o sırada eşzamanlı bir dizi gelişme, gündeme gerçekten “bomba gibi” düştü. Twitter, Periscope, Snapchat, Youtube; hatta Snapchat gibi neredeyse bütün sosyal ağlar ABD Başkanlığı devam eden Donald Trump’ın hesaplarını kapatmaya / askıya almaya başladı!
En erken tavır alan Twitter, seçimler öncesi ve sonrasında kışkırtıcı ve yanıltıcı olduğu iddiasıyla Trump’ın paylaşımlarına uyarı ibaresi yerleştirmeye başlamıştı ancak kişisel hesabının kalıcı olarak askıya alınmasının siyaseten de teknolojik olarak da tanımlaması kolay olmayan bir tedbir olduğu kesin.
Facebook ise -her zamanki gibi- temkinli davranarak “görev süresi bitinceye dek” Trump’ın hesaplarını dondurduğunu açıkladı.
Garip gelişmeler zincirine bir halka da hesapları kapatılan Trump’ın Parler adlı bir sosyal ağda hesap açmasıyla eklendi. Sahip olduğu Android işletim sistemiyle 2,5 milyardan fazla aktif kullanıcıyı ve mobil cihaz pazarının yüzde 86’sını elinde tutan Google, uygulama merkezi Play Store’da bu uygulamayı kaldırdı!
Kim olduğundan ve ne yaptığından bağımsız olarak; on milyonlarca seçmene ve sosyal medya takipçisine sahip birisinin içine düştüğü bu acıklı durum, diğer bir bakışla alarm zillerinin uzaktan gelen sesi gibi adeta.
Sıradışı bir kişi, zaman ve olay yüzünden sıradışı bir çözüm bulduk. Ve artık o güç de onu elinde tutan “güç merkezi” de hayatımıza kalıcı bir yere sahip oldu. Silikon Vadisi’nin bu “Silikon Tabancaları”, hedeflerinin elini, kolunu, ağzını, gözünü, kulağını en etkin şekilde bağlama gücüne kavuştu.
Geleceğimizi şekillendirecek iki konuyu kucağımıza bırakarak:
- Demokrasinin teminatı olan kurumların yerini sosyal medya şirketleri mi alacak?
- Bu yetkiyi kimden alıyorlar?
- Ne tür bir düzenlemeye tabiler?
- Ortak kriterleri var mıdır?
- Kararları neye göre alıyorlar?
- İtiraz imkanı var mıdır? Varsa bu süreç nasıl işler?
- Hizmetlerinin kullanımını “ifade özgürlüğü” korumasından ayıran nedir?
- Aynı şey diğer devletler, siyasetçiler ya da olaylar için de geçerli olacak mı? (Twitter CEO’su Jack Dorsey özelinde böyle ikircikli bir vaka da yaşanmıştı.)
Bu iki soruya çok daha kadim bir tartışmayı da ekleyeyim: “Demokrasi, kendi varlığını tehdit edecek bir söyleme, tavra, kişiye ya da harekete demokrasi adına müsaade edebilir mi?“
Çeşitli vesilelerle girdiğim münazaralarda Amerikan liberalizmini anlatmak için sıkça Silikon Vadisi’nden örnekler veriyorum. Türkiye’ye bir yansıtma yapayım; daha net anlarsınız.
Diyelim ki 2005 yılında Türkiye’nin Başkenti Ankara’daki tren garında bir terör eylemi gerçekleştirildi. Arka arkaya patlayan iki bombayla 109 kişi hayatını kaybetti. Emniyet güçleri bombacıyı silahla vurarak etkisiz hale getirdi ve belki çok daha fazla kişinin hayatını kaybetmesine engel oldu.
Saldırganın üstünden her şeyiyle “yerli ve milli” bir cep telefonu çıktı. İçinde soruşturma için hayati bilgiler olabilir ama polis şifresini bilmiyor ve bulamıyor. 5 defa yanlış girerse sistem gereği telefon silinecek ve deliller sonsuza dek yok olacak. Araştırma ekibi doğal olarak telefonun üreticisine gidiyor ve şifresinin kaldırılmasını istiyor. Şirketin sahibiyse “Ben bunu sizin için açarsam bir daha hiçbir müşterime sattığım telefonun güvenliğini garanti edemem. Kimse benden cihaz almaz, batarım.” diyerek teklifi reddediyor.
Kopan büyük tartışmalar ardından Milli İstihbarat Teşkilatı telefonu İsrail’deki bir siber güvenlik şirketine açtırıyor (çünkü terörist telefonunun yazılım güncellemesini ihmal etmiş ve güvenlik açığı içeren bir sürüm kullanıyor. İsrailli şirket bu açığı biliyor ve içine sızıyor).
Yukarıda okuduğunuz, Türkiye’de geçen öykü aklınıza yattı mı? Bir filmde, dizide izleseniz kahkaha atmaz mısınız? Oysa ABD’de bu olay aynen anlattığım gibi yaşandı.
2015 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletinin San Bernardino şehrindeki IŞİD bağlantılı terör eyleminde yaşları 25 ile 60 arasında 14 kişi hayatını kaybetti, 22 kişi ağır yaralandı. Polis takibinde aracında vurularak öldürülen faillerden bir telefon ele geçirildi. FBI, telefonun şifresini kaldırması için Apple’a başvurdu. Şirketin CEO’su Tim Cook ise “bu cehennemin kapısını aralamak olur” cevabıyla istihbarat teşkilatını geri çevrildi.
Bunun üzerine FBI (Türkiye’ye de temsilcisi üstünden çözümler satan) İsrailli Cellebrite şirketi bir açığı kullanarak telefonu açmayı başardı. İstismar edilen yazılım açığının mevcut versiyonlarda da geçerli olduğunu fark eden Apple, ilk güncellemeyle bu açığı da kapattı. Dahası, ABD mahkemeleri FBI’ın açtığı davada Apple’ı haklı buldu. (Bu saldırıda hayatını kaybedenlerin ailelerinin teröristlere platform sundukları için Facebook, Google ve Twitter’ı mahkemeye verdiğini de unutmayalım. Elbette ki kaybettiler.)
İşte uluslarüstü, devletlerüstü (hatta kimi zaman “hukuk üstü”) olmak ile kast ettiğim tam olarak bu. Bu olayları ABD dışında hiçbir ülkede yaşayamazsınız. Aynı sebepten ötürü ABD içinde yaşananları, ABD dışına tercüme ederken, uyarlarken ortaya çıkan kafa karıştırıcı, emsalsiz ve karmaşık sistemler hep dengeyi bozar. Ancak milyarlarca insanın, dünyanın yüzlerce farklı ülkesinde, milyarlarca farklı amaç ve şekilde ABD kökenli uygulamaları kullanıyor olması denklemi karıştırıyor.
Sen bir kere tökezlemeyegör
Bu ürün ve hizmetlerin hepsini, bu satırları okuyanların çoğundan daha uzun zamandır büyük bir iştahla kullanıp, bereketinden nasipleniyorum. Medyada (ve bu blogda) senelerce bu platformları takip ettim, yazdım, anlattım. Hatta bizzat “Sosyal Medya” adlı bir TV programında seneler boyu fenomeninden akademisyenine, trolünden muhalifine yüzlerce konukla bu ortamın önünü, ardını kayda geçirmeye çalıştım. 10 yıl öncesine kadar bu alanlara yönelik danışmanlık dahi veriyordum.
Özetle, “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz“. Buralar benim çöplüğüm. Hepsi benim çocuğum.
Ancak yine bu platformlarda yaşadığım en ufak sorunda dahi içine düşülen çaresizliği; dert anlatacak birini bulamama, siber-bürokrasi dehlizlerinde çaresizce çırpınma halini de gayet iyi biliyorum. Kullanıcılar olarak bu ağlarda (ABD Başkanı dahi olsan) ne kadar önemsiz, sahipsiz, her an ıskartaya çıkarılabilecek olduğumuzu da. Kimsenin sorumluluğunu üstlenmediği elektronik imha yöntemlerinin kudretine çok şahit oldum.
Google aramalarının ilk sayfasında ve en üst sıralarında yer almak için yürütülen savaşın, yeri geldiğinde o sayfalarından silinmek uğruna çok daha çetin şartlarda verildiğine defalarca şahit oldum.
Facebook, Instagram, Twitter gibi hizmetlerin ana sayfamıza akıttığı şeylerden çok, esas bize gösterMEdiği şeylerin belirleyici olduğunu fark ettim.
Geleceğin makbul olan ya da olmayanını, konuşmaya; hatta var olmaya hakkı olan ya da olmayanı belirleyecek yeni -ve son derece gevşek düzenlemelere tabi- yapıların alkışlarımız eşliğinde yükselişine şahit oluyoruz.
Üstelik bu düzen de yine bağıra-çağıra geldi.
Siber-vatan sathı
Merkezleri ABD’de ya da kurucuları oralı olduğundan dolayı bu şirketleri “Amerikan” sanabilirsiniz. Ama değiller. Sahiplik (yani ortaklık yapısı; yani yatırımcı ve hissedar dağılımı) anlamında da gücünün (verisi ve parası) kökeni anlamında da değiller.
Dünyanın dört bir yanına dağılmış olarak küçük çaplı ordular tarafından korunan ve çoğunun yeri dahi gizlenen veri merkezlerinde çalışan organizmalardan söz ediyoruz. Nice habere konu olan yüz milyarlarca dolarlık servetleri dahi genel merkezlerinin olduğu ülkede değil, vergi cenneti off-shore adalarda yatıyor. (Eski ABD Başkanı Barack Obama, bu paraların geri getirilmesini talep etti ancak başta Apple, Google ve Facebook CEO’ları olmak üzere tamamı reddetti. Donald Trump ise nispeten şanslıydı).
Bir komplo teorisi kurgulamak niyetinde kesinlikle değilim. Ne var ki bugün kimi siyasi kişiliklerin bu firmalara gelip kendi ülkelerinde temsilcilik açmasını talep ediyorsa bu yapılar artık siyasi ve diplomatik muhatap konumuna yükselmiş demektir. Dolayısıyla bu şirketlerin gelecekteki yapısı hayatımızda bugün kestirmekte zorlanacağımız kadar büyük yer tutacak ve belirleyici olacak.
Yerelleştirmediği hiçbir şeyden keyif almayanlar vardır; bilirim. Lakin bu mesele “senin anana-bacına yapsalar iyi mi?” bağlamından sahiden hayli uzakta.
Katkılarınızı yorumlarınızda beklerim.
Görüşlerinizi paylaşın: