Hayır demeyi tam beceremeyenlerdenim. Bu konuda epey ilerleme kaydettim ama yine de bazı konularda kafadan ‘hayır’ diyemiyorum.
Örneğin birkaç hafta önce Burak Büyükdemir “Ankara’da bir eTohum toplantısı yapacağız Ersan Özer ile senin konuşmacı olmanı istiyorum” dediğinde İstanbul’dan kalkıp Ankara’ya hepi topu 2 saatlik konuşma için gitmeyi, bunun için bütün bir iş gününü heba etmeyi gözümün önüne getirip ‘hayır’ demeleliydim.
Ama ben o yolun keyifli geçebileceğini, orada yeni insanlarla tanışacabileceğimi ve hatta nicedir internetten tanışıp gerçek anlamda tanışamadığım insanları görebileceğimi; hepsi bir yana konuşmam sayesinde belki birkaç insana bir faydamın dokunabileceğini düşünerek ‘evet’ dedim… Üstelik yabancı bir şehri keşfetmek de zevkli çoğu zaman.
Ne şans ki aynen de hayal ettiğim gibi güzel geçti Ankara ziyaretim; iyi ki de gitmişim.
Tam bu noktada bana ait bir detay vereyim: ben üşümem.
Tenim buz gibi olur ama içimde üşüme hissetmem. Özellikle kadınların o ‘ay içim gitti, ay popom dondu’ halleri bende asla olmaz. Dolayısıyla genellikle kıyafet durumumu ayarlayamam.
Ankara’nın 12 derece kuvvetli rüzgarlı havasına sadece bir tshirt ve ince bir montla gidince haliyle soğuğu içime yedim; ertesi gün yine gece buz gibi soğuyan ofiste uzayan meselelerden dolayı sevgili kanepemle olan mantık birlikteliğini yerine getirdim, sabah kalktığımda (yani bugün) güzel bir bademcik / boğaz ağrısıyla günü yarıda bırakıp eve döndüm…
Bir duş aldım, gece eve gelmeyen babalarına küsen iki küçük yaramazla aramızdaki buzları 2 saat uğraşıp çözdüm, onları yardımcı kadınla parka yollayıp kitabımı aldım, yatağa uzandım…
Dünyanın en güzel anlarından biri anlayacağınız!
Ama nerden icab ettiyse bir daha elimi yıkamak için banyoya yöneldim; o da ne? Su iplik gibi akıyor!
Bizim evin su sayacı kontörlü. İSKİ’nin verdiği bir çipli karta özel veznelerde kontör yüklüyorsunuz (internetten olmuyor ve çok az yerde vezne var). Kartı tekrar saate okuttuğunuzda kontör yükleniyor. Kontör bitince ise otomatik olarak suyu kesiyor. Üstünde elle müdahale edebileceğiniz vanası falan da yok.
Kapitalizmin teknolojiyle evliliğindeki Nirvana!
Su saatlerinin olduğu deponun anahtarı yardımcı kadında olduğu için gerçekten kontör bitti mi bitmedi mi göremedim. Riske de atmak istemediğim için hasta hasta giyinip Beşiktaş Çarşı’nın yolunu tuttum. Saat 17:30’da Nişantaşı’ndan oraya yürüme dışında bir seçenek mantıksızlıktan gayrı bir şey değil. Epey bir yolu kat ettikten sonra baktım ki kontör doldurmak için mutlaka ‘insanlı’ bir vezneye girmeniz gerekiyor. Onlar da (nasıl bir iş koluysa artık) saat 16:00’da kapanıyor…
O sinirle dönerken bari taksiye bineyim dedim zira cidden halim kalmamıştı. Taksi şoförü aynen (dikkat beter küfürler ve rezil bir herif var linkin ucunda) şu adamın güneş gözlüklü haliydi. Ben içimden bu benzerliği düşünürken konuşmaya başladığında bu tiplerin genetik olarak karakterinin de benzer olduğuna emin oldum.
Diyalog şöyle başladı:
– Abi yaz gelir gibi oldu ama hasta oluyoruz galiba?
– Ben de aynı durumdayım.
– Ama iyi oldu be abi baksana millet açıldı iyice. Hele karılar iyice açıldı…
Ben oldum olası kadınlara bakamam. Hoşlanırım, etkilenirim, kalbim yerinden çıkacak gibi olur ama bakamam. Bakamamak bir yana, hislerimi de anlatamam; ima bile edemem. Aksine hislerimi gizlemekte üstüme yoktur. Üstelik kadınlara öyle bakmayı kaba bulurum. (ayrıca bu satırları okuyan kadınlar varsa ne olur yazın şu yorumlara erkekler bakınca ne hissediyorsunuz?)
Yol boyunca Nişantaşı’nda rastladığı kadınlardan söz etti. Biri şort giymiş, üstüne sırtı açık bir şey geçirmiş. Elinde de kahvesi geziyormuş. Bizimki ona bakacakken önündeki arabaya çarpacakmış. Öbür kadın yaşı geçmiş ama azmış, kızmış iyiden; bizimki şıp diye anlamış…
Ben telefonum çalsa da olaydan kopsam diye dua ederken bir Ankara havaları çalan radyo istasyonu açtı. Başkentin o kişiliksiz zevzek havaları taksinin berbat teybinin gücüyle içeri doldu. Bizimki direksiyonda ritm tutarken bir yandan da radar gibi kafasını 270 derecelik çeperde gezdirmeye başladı. Trafik kilit, ineyim derken patladı:
– Bak abi, bak bak bak!
“Ne bakacağım elalemin karısına, kızına” diye sertçe cevap verince bir kamburlaştı; “ama ayıp be abi değil mi?” dedi. “Bakarsan ayıp tabi” dedim. Böyle bir gitti, geldi, koltukta pıstı, süngüsü düştü…
Sonra radyoyu değiştirdi. Samanyolu Haber diye aklımda kalan bir kanalda Mehmet Akif Ersoy’un sirozdan öldüğünü, döneminin Batılı emsallerinden bile daha gerçekçi bir dil kullandığını, halkın dilini kullandığından kolay anlaşılmakla beraber çoğu zaman basitlikle itham edildiğini dinledik.
Valikonağı’na doğru indim.
Meğer kontör de bitmemiş, geçici bir su kesintisiymiş…
Görüşlerinizi paylaşın: