“Rızanın İmalatı“, 150’den fazla kitapta imzası bulunan Dilbilimci Noam Chomsky’nin en ses getiren ve güncelliğini halen koruyan eserlerinden. Ekonomist Edward S. Herman ile kaleme aldıkları 1988 basımı bu inceleme, değil sosyal medyanın; internetin dahi henüz esamesinin okunmadığı dönemdeki tespitleriyle zamansız bir rehber. Kitap şimdilerde “geleneksel” unvanıyla anılan medyanın bir propaganda aracı olarak kitlelerin duygu ve düşüncelerini şekillendirmedeki gücünü anlatır. Mecraların bireyleri nasıl sistemin makbul vatandaşına çevirdiğini gösterir. Medyanın en ürpertici marifeti, şekillendirdiği kitlenin kararlarını kendi özgür iradesiyle verdiğini sanmasıdır. Bu yüzden sistemin çıkar grupları var olmak için ihtiyaç duyduğu rızayı (kabulü) iletişim araçları üzerinden üretir.
Chomsky medyanın en güçlü silahı olan eğlenceyi halkı siyasetten uzaklaştırmak için “kayıtsızlık üreten bir araç” olarak tanımlar. Ona göre magazin ve eğlence Roma İmparatorluğu’nun sirk oyunlarının güncel yansımasıdır. Dahası kitleler kendisi için uygun olanı (ve olmayanı) araştırmak yerine çoğunlukla halihazırda mevcut olan ve yoğun şekilde tanıtılanları izler ve okur.
Medya Teorisyeni Neil Postman da 1985 tarihli “Televizyon: Öldüren Eğlence” adlı kitabında benzer bir tespiti George Orwell’in “Bindokuzyüzseksendört” ile Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya” romanlarını karşılaştırarak yapar. Orwell’in ülkesinde devlet yaşamın her noktasında yoğun bir denetim, baskı ve sansür uygular. Huxley’nin diyarındaysa aksine her şey alabildiğine serbesttir. Hiçbir baskı ve denetime ihtiyaç yoktur. Kitaplar sansürlenmez çünkü kimse kitaplarla ilgilenmez. Toplumsal bir başkaldırıdan korkmak yersizdir zira herkes kendini eğlenceye ve hazlara kaptırmıştır. Huxley’nin deyimiyle “hoşça vakit geçirmeye yönelik sonsuz iştah” insanı her zaman kendine tutsak edecektir.
Dijital doping
Hepsi hala geçerliliğini koruyor olsa da tekrar vurgulamak isterim: Chomsky, Herman, Orwell, Huxley ve Postman o satırları yazarken hayatımızda henüz internet diye bir şey yoktu. Dahası, doksanlı yıllardan itibaren yaygınlaşan dijital mecralar bu hayırsız ve uğursuz düzene çomak sokma adına en iddialı hayallerin merkezi olmuştu. Ardından Huxley ve Postman yeniden kulaklarımızda çınlamaya başladı.
Sosyal ağlar ilk başlarda küçük girişimlerin kitleselleşme hevesi olarak doğdu. Ancak kısa sürede ulaştıkları milyonlarca kullanıcının maliyeti hepsini yatırımcıların eline bakar hale getirdi. Örneğin YouTube emekleme yıllarında bir yandan medya devi Viacom’un açtığı 1 milyar dolarlık tazminat davasıyla boğuşuyor, diğer yandan kullanıma sunduğu reklamlarla giderlerini kapatmaya çalışıyordu. Google satın almasaydı YouTube muhtemelen 2006 yılının sonunu göremeden kapanacaktı. (Bugün çatı şirketi Alphabet’in toplam gelirinin yüzde 11’ini YouTube oluşturuyor.)
Kısa sürede sosyal ağların çoğu (Facebook gibi) sermaye destekli devlere dönüştü. Dönüşemeyenler rakipleri tarafından satın alındı. Kalanların tamamı kapandı. Ayakta kalabilenlerin hepsi “reklam yayın mecrası” olarak özüne döndü. Ana hedef reklam yayını olunca, sistemin merkezi kullanıcılardan reklamverenlere (ve bu ilişkiyi diri tutmakla görevli algoritmalara) kaydı.
Bellek tazeleme
2024 itibariyle dünya nüfusunun yarıdan fazlası sosyal ağlardan en az birine üye. “We Are Social” raporuna göre Türkiye’de kullanıcılar günün ortalama 3 saatini sosyal medyada geçiriyor. Dolayısıyla bu dönemin rıza üreticisinin sosyal ağlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kaydırmayı bırakamadığınız TikTok ve Instagram akışınız sizi sizden iyi tanıyan bir belleğin ürünü. Dinlediğimiz şarkılardan, satın almak istediğimiz ürünlere kadar hemen her kararımız bu ağlar tarafından şekillendiriliyor.
Her şeyin tek kaydırmalık ömrü olduğu bu dönemin en büyük fobisi “geçmişe dönmek”. En büyük mağduru ise “hafıza”. Yine de zorlayalım. Algoritmaların çok daha ilkel, kullanımın çok daha az olduğu 2014 yılında 87 milyon Facebook kullanıcısı “thisisyourdigitallife” adlı ankete katılarak farkında olmadan birçok kişisel bilgisini paylaştı. Bu verilerle yürütülen hedefli kampanya, 2016 ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın zaferinin en büyük etkeni oldu. Ardından sistemin mimarı “Cambridge Analytica”nın bu yöntemi başka ülkelerin seçimlerinde de kullandığı ortaya çıktı.
Bu tarihi skandal gündemden girdiği hızla düşüverdi. Peki o dönem ABD Başkanı’nı belirleyebilen gücün bugünkü kudretini düşünmekten bizi alıkoyan nedir dersiniz? “Hoşça vakit geçirmeye yönelik sonsuz iştah” olabilir mi?
Büyük ihtimalle.
(5 Temmuz 2024 tarihli Oksijen gazetesindeki yazım.)
Görüşlerinizi paylaşın: