Bir gün Teknosohbet çekiminden sonra Timur odamdan çıkıp ofisin içinde kayboldu. Ne zaman düşündü, ne etti, sormaya fırsatım olmadı ama benim sosyal medyadan uzaklaşmamı kafasına takmış ve bunun üstüne bir proje geliştirmiş. O kaybolma sırasında da stüdyoya girip olayı yaymak için bir program çekmiş.
O da kesmemiş olacak bir devam bölümü daha çekti, bloga yazdı, Yahoyt’a haber etti.
Daha bana söylemediği birçok plan da cabası…
1-10 Mayıs 2010 aralığını kapsayan bu meydan okumanın şartları şöyle:
Neler yapamayacağım:
- Hiç bir sosyal ağda tek bir harf veya gülümseme işareti dahil hiç bir eylemde bulunamayacağım. (Twitter, FriendFeed, Gtalk, buzz, messenger, vs..)
- Hiçbir sosyal ağ uygulaması açmayacağım. Pasif izleyici olarak dahi katılmayacağım. (Kağıt çıktı bile yok)
- Hiç bir sitede yorum yapmayacağım. MYK Medya çalışanları ve birinci dereceden akrabalar dahil hiç kimse ile chat yapamayacağım.
- Video konferanslara katılamayacağım.
Nelere izin var:
- Televidyon’da yer alan herhangi bir programa katılabilirim.
- Basın toplantılarında sosyalleşebilirim.
- Canlı seminer veya toplantılara katılabilirim.
Sizin için ‘eh canım, ne var yani?’ olabilir ama benim için durum farklı. Size sosyal medya kullanımıma dair objektif bir fikir vereceğini düşündüğüm iki ekran görüntüsünü paylaşmak istiyorum (resimlerin büyük hallerine üstlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz):
Google’da Twitter diye arayınca şöyle bir sonuç çıkıyor:
Yine Google’da kullandığım başka bir sosyal ağ olan FriendFeed’i arayınca da şöyle bir sonuç çıkıyor:
Diğer sosyal ağlarda da aşağı yukarı aynı çıkan bu sonuçtan da göreceğiniz gibi sitelerin kendisinden sonra ikinci sırada benim profilim çıkıyor (?). İnternet bağımlısı olduğuma dair genel kanıyı reddedecek güçlü kanıtlarım yok ama sosyal medyanın araçları konusunda karşı çıkma şansım yok gibi.
Gerekçelere dair
Çok sosyal bir insan değilim. Kendi kafama denk insanlara denk gelme konusunda şansım pek yaver gitmedi. Ama internet tanışma ya da benzeri ritüelleri yerine getirmeden de küçük konu başlıkları hakkındaki benzerleri bir araya getirmeyi başarabiliyor. Yani yemek konusunda anlaşamayacağınız biriyle çizgi romanlar konusunda; işletim sistemi konusunda anlaşamadığınız biriyle kadın zevkleri konusunda anlaşabiliyorsunuz.
İnternet gerçek hayatın aksine genel ölçekte beğenmediğiniz insanları farklı platformlarda mikro beğeniler doğrultusunda sizle birleştirebiliyor.
Sosyal medyayı sevmemin nedeni biraz bu herhalde.
Üstelik sosyal mecralardaki varlığım benim hayatımdan çalınan bir zaman da değil. Aklıma gelen bir şeyi Twitter‘a yazmak, ilgimi çeken bir fotoğrafı Twitpic‘te paylaşmak, insanların ilgisini çekeceğini düşündüğüm bir şeyi Facebook sayfama eklemek, iş dünyasına yönelik önemli gelişmeleri LinkedIN‘de paylaşmak, gittiğim yerleri FourSquare‘e girmek, Youtube‘da favorilerimden arkadaşları haberdar etmek, kendimce enteresan bulduğum kesitleri Qik ile canlı yayınlamak, hoşuma giden fotoğraf karelerini Picasa ya da Flickr‘da paylaşmak, içimi kaynatan şarkıları Last.FM‘de hatırlatmak ve benzeri birçok şeyi FriendFeed gibi platformlarda topluca ilgilenen insanlara açmak benim o an içinde birkaç saniyemi almıyor bile.
Üstelik bu alışkanlık benim yıllarca kaç defa heveslenip hep yarım bıraktığım ‘günlük tutma’ hevesini de iyi kötü gerçekleştirme fırsatı veriyor.
Farkında olmadan hayatımı bir yerlere kaydediyorum. Bu kimi blog yazılarımda bile bana güzel referanslar sağlıyor (mesela). Fakat diğer yandan hayatımı hiç tanımadığım binlerce insana da açıyor. Beni neden takip ettiklerini tam olarak bilmediğim, benden beklentilerini kestiremediğim insanlar…
Kimisi beğendiği için, kimi uyuz olduğu için takipte. Kimisi selam yolluyor, kimisi yardım edip katkı sağlıyor, kimisi laf sokuyor.
Onları tanımadığım gibi adım gibi biliyorum öyle gelmese bile onlar da beni tanımıyor.
Bunu sosyal medyada beni takip eden ve sonradan yüzyüze benimle tanışan insanların şaşkınlıklarından daha iyi anlıyorum. Bambaşka bir ‘ben’ ile karşılaşıyorlar. Bu aşağı yukarı sanal aleme yansıyan her profil için geçerli olmalı.
Bir insanı sosyal ağlardan ne kadar tanıyabilirsiniz ki?
Üstelik bu takip edilme hissi kimi zaman korkutucu da olabiliyor. Örneğin (sahibi incelik gösterip sildiği için paylaşamıyorum) memleketten kilometrelerce ötede akşam bir barda arkadaşlarla eğlendikten sonra otele dönüp ‘Serdar Kuzuloğlu Barcelona Hotel Arts’ta şarabını içip purosunu tüttürüyor’ şeklinde bir Twitter mesajını görmek ya da KFC’de bir öğlen bir şeyler atıştırırken ofise döndüğümde aşağıdaki gibi bir mesaja denk gelmek insanı korkutmuyor desem yalan olur.
Yine de ben her türlü dert ve keyfiyle sosyal medyayı seviyorum.
Bu yazıyı yazdığım anda baktığım son rakamlara göre beni Twitter’da 6.208, Facebook’ta 2.739, FriendFeed’de 4.449, Foursquare’de 244 kişi takip ediyor. LinkedIN’de 387 bağlantım var. Bunların aralarında mutlaka kesişenler de vardır ama şunu söyleyeyim; ben bu insanların yüzde 95’ini tanımıyorum.
Ama onlar beni birçok kişiden daha ‘fazla’ tanıyor (örneğin annem değil ama bu insanların bir kısmı gün içinde nerelere gittiğimi biliyor).
Zor, zor günler
Sosyal medyada 10 günlük yokluk benim için gerçekten zor olacak. 10 gün cidden az bir zaman değil. Aklıma paylaşacak bir sürü şey gelecek; paylaşamayacağım. Bir sürü güzel kare yakalayacağım; içime atacağım. Güzel mekanlar keşfedeceğim ama duyuramayacağım. Tamamen içime kapalı bir dönem anlayacağınız.
Ama Timur’a inat kabul ettiğim bu süreç belki de bana uzun zamandır hasretini çektiğim ‘oturup hayatımı düşünme, bir ara muhasebe yapma’ fırsatını da sunacak.
Ben 10 Mayıs’a kadar bol bol düşüneceğim. Bu kadar uzun düşünmenin sonucunda en az 2-3 proje ve yeni birçok iş fikri çıkacağına eminim. Bakarsınız radikal değişikliklerin bile fitili olur bu boşluk.
Bu bloga yazmam yasaklanmamış ama yazar mıyım bilmiyorum. Ayrıca baştan söyleyeyim Gtalk yasağına uyamam. İşimin büyük bir kısmını oradan yürütüyorum çünkü.
Ortam size emanet.
Beni özleyin anacığım. Baaay!
Görüşlerinizi paylaşın: