Mitoloji ve ezoterizme meraklı mısınız bilmiyorum. Bence olmalısınız. Dünü, bugünü ve yarını okuyabilmek adına çok önemli ipuçları, referans noktaları içeriyorlar. Öyküler, içindeki karakterler, isimler ve semboller pek çok mesaj taşır. Bir kısmının üstü sadece hak edenin, hakkı olanın bilmesi için örtülmüş, bir kısmıysa zamandan bağımsız anlaşılır kalabilsin diye metaforların içine gömülmüştür.
Kutsal kitaplarda dahi bahsi geçen Babil’i (ve meşhur hikayesini) eminim duymuşsunuzdur. Kutsal metinler arasındaki ilk izini Tevrat ve Zebur’u içeren Tanah’ta; ya da -bizde- daha çok bilinen ismiyle Eski Ahit’te buluruz (Kuran’da Babil Kasas:38 ve Bakara:102‘de geçse de hem lokasyon hem de anlam bakımından İncil ve Tevrat’tan farklı bir yoruma sahiptir).
Babil, Tekvin:11‘de şöyle anlatılır:
Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.”. RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, “Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar”. Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.
Dillerimi Hakim Bey bağlasam durmaz
Efsanelerde de olay aşağı yukarı böyledir. Kuleyi inşa edenler Tanrıların laneti sonucunda bir anda birbirlerini anlamaz hale gelir. İnşaat durur, kule yarım kalır. İnsanlar kendilerini anlayacak birilerini bulmak uğruna (etrafında anlaşabildiği küçük gruplar eşliğinde) dağılır. Buradaki ‘kule’ metaforu / sembolü çok tartışmalıdır ama konumuz bu değil.
Özetlersek:
- Aynı dili konuşabilmek insanlık olarak birleşebilmenin önemli şartlarından biri.
- İnsanların birliği Tanrıları kızdıracak kadar büyük bir potansiyele sahip.
- Dil birliği olmadan (başka bir deyişle ‘iletişim kuramadan / anlaşamadan’) büyük hedeflere odaklanmak imkansız.
Bizzat dilin kökeni de farklı rivayetlerden besleniyor. Tevrat’a döndüğümüzde Tanrı yarattıklarına isim bulmak (yani bir anlamda lisanı ortaya çıkartmak için) için Adem’i görevlendiriyor:
RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse o canlı o adla anıldı. Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. (Tekvin:2)
İncil ise kelimelerin hükümdarının Tanrı olduğunu söyler:
Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. (Yuhanna:1)
Kuran’da da benzer şekilde kelimelerin kökeni Allah’tır.
Allah Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip “Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin” dedi. “Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin” dediler. (Bunun üzerine) “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat dedi”. (Bakara:31-33)
Babil’in güncel izlerinin peşinde
Babil bugün hala dile ve iletişime yönelik her detayda karışmıza çıkan bir arketip. Doksanlı yıllarının en popüler sözlük uygulamasındaki gibi (bugünkü türevleri online sözlükler). Ama en güzel formu Douglas Adams’ın mizahi bilim-kurgu romanı Otostopçunun Galaksi Rehberi‘nde şekil bulur. Romanda herkes evrendeki diğer herkesin (ve her şeyin) dilinden anlayabilir. Bunun için kulağına Babil Balığı yerleştirmesi yeterlidir.
https://www.youtube.com/watch?v=p5mWQFGF7w8
Filmindeki kullanımına da bir bakmış olalım:
Tanrıların gazabı hala peşimizi bırakmış değil. Dillerimiz bir yana kendi yarattıklarımızın bile çoğu ayrı telden çalıyor. Zaman birimlerinden, ağırlık ölçülerine kadar her konudaki farklılıklar inatla yaşamını sürdürüyor.
Bilişim dünyası dahi bundan nasibini fazlasıyla almış durumda (dosya formatlarının çeşitliliği akla zarar. Kablo bağlantı standartlarına hiç girmiyorum bile). İnternetin bile ortak bir lisanı yok. Web’in mucidi Tim Berners-Lee her fırsatta bundan dert yanıp duruyor. Online hizmetleri birbiriyle konuşturan API’lerde de yine birçok farklı standart söz konusu.
Anlaşılabilme çilesi
Her fırsatta alay konusu olsa da Google Tercüme hizmeti insan dillerini kaynaştırma adına büyük bir yük sırtlanmış durumda. Bugün Türkçe dahil 80 dili birbirine çevirebiliyor. IBM başta olmak üzere birçok büyük şirketse senelerdir anlık çeviri yapacak yazılım ve donanımlar için kafa patlatıyor (bebeklerin ağlamasını, köpeklerin havlamasını dilimize çevirmeye çalışan uygulamaları artık işten bile değil).
Tek bir dünya dili olsaydı daha mı rahat ederdik bilemiyorum. Ama o noktaya doğru ilerliyor gibiyiz. İstatistiklere göre şu an dünyada 50 milyondan fazla kişi tarafından konuşulan sadece 24 dil var. Yok olan dillerin çetelesi çok daha uzun bir listeye sahip. UNESCO’nun Tehlikedeki Diller Atlası‘na göre 100 yıl içinde sadece Anadolu’da 18 dil daha buharlaşmış olacak.
Dillerin, alfabelerin yok olmasının en büyük tehlikesi ona bağlı tarih ve kültürün de ortadan kalkması. Bir dil yok olurken mirasını kalan dillere devredemiyor. Yok olan her dil beraberinde kendi yazılı ve sözlü birikimini de yok ediyor. Üstelik tahminlerin aksine çok azımız başkalarını anlayabilmek için yeni bir dil öğrenme zahmetine katlanıyor.
Öğreneceğimiz dilleri seçmekte de garip bir mantığa sahibiz. Örneğin dünyada en çok konuşulan dil Çince. Yakın geleceğin süper güçlerinden biri de öngörülere göre Çin olacak. Ama etrafımda Çince öğrenme derdine düşen görmüyorum. Geçtim Çinceyi; daha komşu dillerini (Yunanca, Ermenice, Farsça, Arapça, Kürtçe) bile bilmiyoruz.
Peki ne yapacağız?
Sorduğum çok az kişinin ismini duyduğu Esperanto‘dan bu yazıda bahsetmemek olmaz. 1887 yılında Lehistanlı bir doktor tarafından herkes tarafından en kolay öğrenilebilecek yeni bir dil olarak yarattığı bir lisan Esperanto. İnanması zor gelebilir ama şu an 2 milyon kişi bu dili biliyor (Kendi Wikipedia edisyonu bile var!). İnternette denk geldiğim bir habere göre Türkiye’de de 100 kadar konuşanı varmış; hatta 2012’de Gaziantep’te bir toplantı gerçekleştirmişler (bir de Google grupları var).
Esperanto bir başka açıdan düşününce dertlerimizin üstüne binen yeni bir dert (dil karmaşasına çözüm uğruna bir dil daha).
The Noun Project adlı girişimse köklere inerek daha evrensel ortak paydayı egemen kılmak istiyor. Dillerimizi anlamayabiliriz ama semboller mağaralarda yaşadığımız çağlardan bu yana pek değişmeyen ortak paydamız. Üstelik emoji, emoticon çağında uyum sağlaması çok daha kolay.
Dünya edebiyat klasiklerinin emojiyle yayınlanabildiği bir çağda sembollerle iletişim imkansız denebilir mi?
O değil de ben ne dedim, neyden bahsettim; anladınız mı? Esas mesele bu.
Görüşlerinizi paylaşın: