Sonunda her şeyin başına döndüğü hararetli tartışmalar vardır hani. Taraflar kimi zaman saatlerce -bazen de sırf inadına- bir şeyleri savunur da ipin ucu gelir aynı yerde kavuşur. İnsana dair hemen her meselenin kaderi bu biraz. En afra-tafralı olanın bile tarafsız kalamadığı ve kendi cidarı, çeperinden çıkamadığı haller genellikle insana dairdir.
İnsanı insan yapan şey(ler)e yönelik düşünen, söyleyen ve yazanların sonuçları muhtelif. Yine de bazısının doğrudan, bazısının ise dolaylı olarak ulaştığı temel nokta ‘kültür’. İnsanı diğer tüm canlılardan ayıran, tekamül ettiren, kendisinden sonrası için bir çabaya sokan şey, yarattığı kültürdür. Bahsettiğim bilgi ile sınırlı değil. Hatta belki daha da çok, ‘görgü’.
Hayatta kalmak için bir şeyler yiyoruz mesela. Karnımızı bir dönem doğadaki diğer hayvanlar gibi doyurduğumuz söyleniyor. Ama bugüne dek yaşanan sürece baktığımızda aradaki safhalar bizden başka hiçbir canlıda kendini göstermemiş. Ateşte pişirmeyi, birbiriyle karıştırmayı, oranlar icat etmeyi, yemeklerimize isimler koymayı bulmuşuz. “Önce şu yenir, sonra bu gelir” gibi adetler türetip araçlar geliştirmişiz. Falancayı kaşıkla, filancayı çatalla; şunu mutlaka bıçakla keserek yemeli. Bunu yaparken çatalı şu, bıçağı şu elle tutmalı. Filanca yemeği şu kasede, falancayı ise şu tabakta…
Nihayete ermiş mi? Elbette hayır! Şimdi o besinlerin üretim şartlarını ve mutfaklarımızda pişirilme tarzını iyileştirme peşindeyiz.
Özetle insan sadece kendine has düşünme ve konuşma yeteneğinin doğal yan ürünü ‘bilgi aktarma’ kabiliyetiyle, fiziki ve biyolojik anlamda hiçbir iddia sahibi olamayacağı bu vahşi gezegenin efendisi olmuş. Bekası, ürettiği bu bilgi ve kültürün kuşaklar arasındaki aktarımına bağlı. Bunun için icat ettiği yöntem ise ‘eğitim’.
Doğa ile daha fazla haşır neşir olma ayrıcalığını yaşamış eskiler, rüzgarın kokusundan ya da bulutların şeklinden ertesi gün havanın nasıl olacağını kestirebilir. Aynı merakı ancak telefonundaki hava durumu uygulamasıyla giderebilen benim gibiler için adeta bir sihirli güç.
Gerçi benzer göstergelerim yok değil. Mesela “hangi mesleğe yönelsem” tarzı mesajlar çoğalmaya başlayınca anlıyorum ki üniversite sınavı ya da tercih dönemi yaklaşıyor.
Kendi çocuklarımın geleceğine yönelik kararları dahi mümkün olduğunca kendilerine bırakmayı tercih ederken, bir dakika öncesine kadar varlığından dahi haberdar olmadığım bir fidana ahkam kesip kaderini çizmeye çabalamak cesaret edebileceğim türden bir şey değil. Bu yüzden genellikle kendi başlarına düşünüp, kendi hayalleri doğrultusunda bir alana yönelmelerini salık veren cevaplar yazıyorum. Hayatının yarısına denk gelen eğitim yılları boyunca bütün kararlarını karşısına çıkan A, B, C gibi seçenekler arasından vermiş; kendi bilgisinin ölçüldüğü yarışmada dahi yanıtı seyirciye, arkadaşına sormuş olanlar için kolay olmasa gerek. Ama hayat da öyle, vaktinde yüzleşmek gerek.
Halil Cibran’ın o meşhur şiirindeki gibi bir ok insan. Anne-baba, yayını gücü kadar gerip fırlatıyor yavrusunu hayata. Gerisi okun ve rüzgarın mücadelesi artık. Yine de bu ok-yay ilişkisi bir kuşun çerçöpten kurduğu yuvasında büyütüverdiği yavrusunu daldan itekleyip uçurması kadar basit de değil.
Düşününce tuhaf gelse de insan, kendisine ve yavrusuna yönelik en az hak sahibi canlı türüdür. Bu yüzden kendi yarattığı kültürden beslenen gelenek, moda, yasa ve yükümlülükler çerçevesinde şekillendirilir. Temel yapı taşı ‘eğitim kurumu’ olan sistemlerde.
Eğitim, devletlerin (ve simbiyotik bir bağla bünyesinde kurulan ticari şirketlerin) kendi hayat görüşü ve hedefleriyle uyumlu ‘cihazlar’ yetiştirme aracıdır. Tahakkümüne herkesin yarım ağız da olsa rıza gösterdiği bir hükümdar. Hatta belki biraz da ‘günah keçisi’.
‘En iyi okula yazdırmak’ diye bir şey var örneğin. Her duyduğumda içimden gülümsüyorum. Ne demekse artık? Öğrencinin ‘iyi’ kriteriyle anne-babasınınki de birbirini tutmaz genelde. Doğrusu hangisidir, apayrı bir tartışma.
Çocuk tutunamamışsa hata mutlaka kendisinde, öğretmeninde, okulunda ya da en olmadı eğitim sistemindedir. Sıra nadiren anne-babaya dahi gelebilir. Oysa iyi ve haklı bir talebin, farklı niyete sahip bir yorumudur eğitim. Bütün bu tartışmalar eğitimin pratikteki amacını gizler.
Bir örnekle açıklamaya çalışayım.
ABD’nin yarı-karanlık oluşumlarından Üçlü Komisyon (Trilateral Comission), 1975 yılında -aralarında şöhretini sonraları ‘Medeniyetler Çatışması’ ile kazanan- Samuel P. Huntington’ın da bulunduğu bir gruba “neler oluyor hayatta?” minvalinde bir soru sorar. Grubun cevap olarak hazırladığı ‘Demokrasi Krizi’ başlıklı raporun sonuç bölümünden alıntılıyorum:
Halk, gereğinden daha yüksek bir eğitime sahiptir. Amerikan Hükumeti, vatandaşlarına sunduğu eğitim olanaklarıyla onların daha iyi bir yaşam beklentisine sahip olma inançlarını artırıyor ve böylece bir üniversite diplomasına sahip olan kişiler yaşamlarında daha fazla kontrol sahibi olmak istiyorlar.
Uyarı dikkate alınır, eğitime derhal bir ‘akort yapılır’.
Eğitim, devletin ve onun aygıtlarının kendisiyle uyumlu yedek parça imal etmek için geliştirdiği bir yöntemdir. Özellikle Endüstri Devrimi ile birlikte ‘makina kullanmaya yetecek ancak çok fazla şey öğrenip talepkar olmayacak, isyan çıkarmayacak’ kadar eğitilmiş işçi (ve memur) yaratmayı hedefler.
Okulların parlak öğrencilerinin genellikle hayata atıldığında pek de bir başarı gösterememesi tesadüf değildir. Çünkü okul, en başta insandan ve onun sahici hasretlerinden kopuktur. Ve devletinden talebesine, herkes bunu bir parça bilir ya da acı tecrübelerle önünde sonunda öğrenir.
Ben bu yazıyı 2019 yılının Mayıs ayı sonlarında, iki çocuğu ilköğretimde okuyan bir baba olarak yazdım. Eğitim sistemi yine değişiyormuş. Siz ne zaman okuyacaksınız bilmiyorum ama eminim yine değiştiği ya da değişmek üzere olduğu bir döneme denk gelecek.
Gelecek kuşakların masaya sürüldüğü bir tür kumar bu. Sermaye sonsuz fakat kıymeti sürekli azalıyor. Masaya hep daha fazlasını sürmek zorunda kalıyoruz. Olmadık şeylerle birlikte.
(Haziran / 2019 tarihli Tuhaf dergisi yazım.)
Görüşlerinizi paylaşın: