Eski zamanlarda zenginlik, gündelik iş ve sorumlulukları sizin adınıza yürüten kişilerle belirlenirmiş. Tarih, ‘hizmet’ anlayışının ‘kölelik’ sınırları arasında gidip geldiği enteresan örneklerle bezeli bir sarkaca benziyor.
Örneğin eski Roma’da soyluların (zenginlerin) tuvalet sonrası kıçını silmek dahi birileri için ‘meslek’ haline gelmişti. Öyle ki bugün daha çok varlıklı kesimin dertleri olan fit olmak, tatile gidip bronzlaşmak da fakirlik göstergesiydi. Zengin çalışmaz, çalıştırırdı. Bu yüzden zenginlik ile şişmanlık arasında doğal bir ilişki vardı. Fit olmak, daha çok tarlada çalışarak, yükünü taşıyarak, temizlik yaprak, hatta bedenini sunarak zenginlere hizmet edenlerin vasfıydı (bugünse sanılanın aksine şişmanlık ve ona bağlı hastalıklar ‘zorunlu yanlış beslenme‘ yüzünden daha çok dar gelirli kesimin sorunu).
Benzer şekilde bugün (tatil yapabilenleri temsil ettiği için) bir statü sembolüne dönüşen bronzluk da o dönem soylu sınıf için tahammül edilemez bir ayıptı. Evinde hizmetlilerin pervane olduğu bir soylunun dışarı çıkıp, halka karışıp, güneşe maruz kalarak tenini kavurması asla düşünülemezdi.
Soyluların kişisel bir araca sahip olmama denklemini bozan ilk ürün ‘kol saatleri’ oldu (bu arada Türkçeye ‘kol saati’ ile geçtiyse de orijinalindeki gibi ‘bilek saati’ terimi bence çok daha doğru bir karşılık gibime gelmiştir hep). Kol saatleri pahalı bir ayrıcalık olarak zenginlerin radarına girmişti. Ancak zamanı dert etmesi düşünülemeyecek bu kalburüstü grup yine de uzun süre burun kıvırmıştı. Öyle ya da böyle 1900’lü yılların başlarında (dönemin gazetelerinin bile hayret ettiği bir süreçte) hızla bir statü sembolü, bir ayrıcalık olarak hayata katılmıştı.
Kaslı bedenin, bronz tenin hikayesinin genele yayılması, biraz da kol saatiyle başlayan bu ‘kişisel cihaz ve araçlar’ sayesinde oldu. Bugüne gelindiğindeyse hem işlevsellik hem de statü sembolü olarak küresel çapta ‘cep telefonu’ dışında bir cihazı akla getirmek kolay değil sanıyorum.
Milyarlarca insanın milyarlarca sebep ve motivasyonla kullandığı cep telefonları kiminin işi, kiminin eğlencesi, kiminin varlık sebebi haline gelmiş durumda. Ve bu süreçte (bir önceki yazımda da değindiğim gibi) Apple en belirleyici marka olarak sıyrılmayı başardı.
Her kişinin en kişisel varlığı: cep telefonu
Apple ekosistemindeki -neredeyse- her cihazın günlük hayatımda bir yeri var. iPhone da bir istisna değil. En çok faydalandığım ürünüyse sunum uygulaması Keynote. Senede ortalama 80-90 sunum yapıyorum ve hepsinde bu uygulamayla hazırladığım içeriği iPad’imden teknik masaya bağlıyor, iPhone’umla da (uzaktan) kontrol ediyorum. Hayatını ağırlıklı olarak konuşmalardan kazanan biri olarak bu düzenin sağladığı konfora yaklaşan herhangi bir şeye denk gelmedim. Dolayısıyla başka bir cihaz test ediyor olsam da cebimde, çantamda mutlaka bir iPhone ve iPad var.
Bir süre önce iPhone 6S’ten Apple’ın test için verdiği iPhone 8’e geçmiştim. Bana verilen iPhone 8 Plus (benim için) boyut anlamında büyük geldiği için rica ederek onun yerine bir iPhone 8 tercih ettiğimi belirtmiştim. Ancak onu getiren kurye Plus’ı teslim almadığı için ikisi de bende kalmıştı. Yaşadığım talihsiz bir meseleden dolayı telefonum ‘elimden gidince’ mecburen Plus’a dönüş yaptım. Ne var ki bu zorunlu değişimin karşılığında sunduğu iPhone 8’i bana kısa sürede unutturdu.
iPhone 8 Plus çift arka kamerası sayesinde (iPhone 7 Plus’ta da yer alan) ‘portre modu’ adlı bir seçenek sunuyor. Ve bu özellik tek başına içinde yaşadığımız ‘kamera çağı’nda vazgeçmesi zor bir ayrıcalığa dönüşüyor (Kamera Çağı ile ne kast ettiğimi merak edenler aşağıdaki linke bakabilir, yoksa devam).
[toggle title_open=”Kamera Çağı” title_closed=”Kamera Çağı” hide=”yes” border=”yes” style=”default” excerpt_length=”0″ read_more_text=”Read More” read_less_text=”Read Less” include_excerpt_html=”no”]Cep telefonları kendi -kısa- tarihleri sürecinde mümkün olan her işlevi yutabilmek için benzersiz bir yarışa girdi. En ilkel örnekler saat, ve alarm sayesinde önce kolumuzdaki, sonra başucumuzdaki saatleri yok etti. Ardından sırasıyla hesap makinesi, (dijital) bas-çek fotoğraf makinesi ve navigasyon cihazı gibi bir dizi ürünü hayatımızdan bir daha dönmemek üzere çıkardılar. Büyüyen ekranları ve internet bağlantısının uygulamalarla birleşmesi ile de masaüstü ve dizüstü bilgisayarlar hızla anlamsızlaşmaya başladı ve tam bir ‘mobil çağ’ başladı.
Bugün internet hizmetlerinden faydalananarın neredeyse dörtte üçü bunu cep telefonları üstünden yapıyor. Bilgisayarlar giderek daha az şey için kullanılır halde.
Ancak bu dönemde önemli dönüşümlerden biri yeniden kamera kisvesiyle gündeme geliyor. Selfie çağının mahsülü Instagram, Snapchat ile başlayan süreç, Periscope, Youtube, Facebook, YouNow gibi canlı video yayın araçları, artırılmış gerçeklik (AR) ve sanal gerçeklik (VR) uygulamaları, tam ölüm ilanı verilecekken Snapchat ve WeChat gibi uygulamalarla hortlayan QR kodlar (karekod da denebilir), yüz / göz tanımasıyla kimlik doğrulayan mobil bankacılık uygulamaları gibi bir dizi kullanım alanıyla kamera birçok beklentinin kilit bileşenine dönüştü.
Bugünün telefonlarında kamera ve (onun doğal bileşeni) ekranlar en büyük belirleyici. Bu yüzden yaşadığımız dönemi cep telefonu tarihi içinde ‘kamera çağı’ olarak adlandırmak yanlış olmaz.[/toggle]
Zor tercihlerin arefesinde
Önceki yazımda da kısaca değindiğim gibi bugün tercihini iPhone satın almaktan yana kullanacakların karşısında (şimdilik ‘bedel’ detayını göz ardı edersek) zorlu seçenekler var. Zira Apple ‘kırk katır, kırk satır’ kabilinden bir ürün gamıyla karşımızda: iPhone 8, iPhone 8 Plus ve iPhone X.
Bu yazımda 8 ile 8 Plus arasındaki ayrımlara bakacağım. Bir sonraki yazımda da iPhone X (‘iks’ değil,‘on’) detaylarına bakmayı planlıyorum. Önce 8 serisi (7 serisine kıyasla) yeni ne sunuyor görelim (Dikkat: Plus değil; standart modeli karşılaştırıyorum).
- Boyutlardaki birkaç milimetrelik fark algılayabileceğiniz türden değil. Dolayısıyla her iki seriyi ‘aynı kasa’ olarak tanımlayabiliriz.
- 8 serisi 10 gram daha ağır. Ancak bunu da kuyumcu terazisi dışında algılayabilecek el tanımıyorum.
- Kamera her iki seride de aynı (ön kamera 7 MP, arka kameraysa 12 MP).
- Ekranın boyutu, teknolojisi, renk derinliği, boyutu ve keskinliği (DPI) aynı. Ancak 8 serisi ‘true tone’ adlı bir özelliğe sahip. Böylece ekranın renkleri ve parlaklığı bulunduğunuz ortamın ışık değerleriyle uyumlu olarak dönüşüyor. Dolayısıyla 8 serisinin ekranında her şey çok daha ‘gerçekçi’ ve doğal görünüyor.
- 8 serisinin hem ana işlemcisi hem de grafik işlemcisi daha güçlü.
- 8 serisinin pili miliamper cinsinden 7 serisine kıyasla daha düşük. Ancak yeni nesil işlemciyle aynı seviyede kullanım ömrü sunuyor (benim gibi yoğun bir kullanımda dahi ‘uzun’ bir günü şarj derdine düşmeden tamamlayabiliyorsunuz).
Esas fark iPhone 8 ile iPhone 8 Plus arasında. Bakalım.
Özellik | iPhone 8 | iPhone 8 Plus |
---|---|---|
Kasa (mm) | 138,4 x 67,3 x 7,3 | 158,4 x 78,1 x 7,5 |
Ağırlık (gram) | 148 | 202 |
Ekran (inç) | 4,7 | 5,5 |
Çözünürlük | 750 x 1334 | 1080 x 1920 |
Yoğunluk (PPI) | 326 | 401 |
Kamera (ön / arka, MP) | 7 / 12 | 7 / 12 + 12 |
2X optik, 10X dijital yaklaşım | ||
Bellek (GB) | 2 | 3 |
Pil (mAh) | 1821 | 2691 |
Konuşma süresi (saat) | 14 | 21 |
Yukarıdaki tablonun Türkçesi şöyle: iPhone 8 Plus, daha büyük (ve daha bol PPI değerli / yani daha net, keskin görünümlü) ekranı sebebiyle iPhone 8’e kıyasla daha ağır. Ancak bunun karşılığında pil ömründe çok daha uzun süreli kullanım sunuyor. En büyük fark kamerada (her iki modelde de titreşimlere karşı görüntü sabitleme, karanlık ortamlarda daha doğal aydınlatma sunan [True Tone] flaş ve HDR desteği yer aldığını hatırlatayım).
Portre Modu: varlığı dert, yokluğu yara
iPhone 8’in arkasındaki tek kameraya karşılık, Plus’ın arkasında biri 1.8 (geniş açı), diğeri 2.8 (telefoto) diyafram değerine sahip ve her ikisi de 12 megapiksellik 2 kamera bulunuyor. Bu yapı optik olarak 2 kat, dijital olaraksa 10 kat yakınlaştırma (zoom) imkanı sunuyor. Bu çift lensin birleşiminin hediyesiyse ‘portre modu’ ve ‘portre ışığı’.
Portre modunu kelimelerle anlatmak elbette imkansız. Dolayısıyla bu yazıyı yazdığım akşam saatlerinde (yani gün ışığından mahrum kalmış), çalışma odamda canım Vincent van Gogh’umu konu mankeni olarak kullanarak göstermenin daha doğru olacağını düşündüm.
Önce geleneksel fotoğraf modunu görelim.
Şimdi aynı objeyi bir de Portre Modu ile çekelim (bu mod mercekleri ve yaklaşım oranını farklı bir algoritmayla kullandığı için aynı açıyı yakalamak neredeyse imkansız hale geliyor. Ama fikir verecektir)
Gördüğünüz gibi portre modu esas objeyi ön planda tespit edip bir katman (layer) olarak ayrıştırıyor, arka plandaki her şeyi bulanıklaştırıp (odaktan çıkarıp) profesyonel kameralardakine benzer dramatik bir boyut etkisi sunuyor. Adından da anlaşılacağı gibi bu özellikle yakın yüz çekimlerinde çok etkileyici sonuçlar çıkartıyor (Gelsin layklarrrrr 😛).
Meraklısı için iki kare arasındaki teknik farklar da şöyle:
En güzel ayrıntılardan biri de bu modda çektiğiniz fotoğrafları sonradan albümünüzden açıp farklı portre modlarına dönüştürebilmeniz. Bunu da kısa bir demo videosuyla göstermek isterim (kaydı iOS11 ile gelen kayıt aracıyla yaptığım için çözünürlüğü epey düşük [480p]. Yönteme dair fikir edinmek için izleyin).
Burada birkaç tıklamayla, zahmetsizce yaptığımız şeyleri daha bundan birkaç sene önce Photoshop’ta epey çile çekme pahasına yaptığımızı hatırlamak ilginç. Kamera çağında işlemcilere (daha ötesinde o işlemcilerde çalışacak algoritmalara) kesinlikle epey iş düşüyor. iPhone 8 Plus bu konuda gelinen noktanın etkileyici bir göstergesi.
Peki neden arabaşlığım ‘varlığı bir dert, yokluğu yara’? Çünkü yukarıda da değindiğim gibi Portre Modu iki kameranın kesişimini kullanıyor. Ve 8 Plus’ın sadece arkasında çift kamera var. Yani portre modunu sadece arka kamerada kullanabiliyorsunuz! Selfie çağında isyan başlatmak için gayet yeterli bir sıkıntı. Yani 3 seçeneğimiz var:
- Sadece arkadaşlarımızı sevindireceğiz.
- Ön yüzde kamera olmadığı dönemlerdeki gibi kör çekim yaparcasına kendimizi arka kamerada çekeceğiz.
- Sosyal medya fenomenleri gibi yanımızda bizi sürekli çekecek birilerini ‘taşıyacağız’.
Anlamsızlığandan dolayı sonuncu maddeyi eliyorum. İkinci madde kulağa hoş gelse de portre modunda çekim yapmak için ekrandaki yönlendirmeleri takip ederek bir açı ve mesafe yakalamanız gerekiyor. Dolayısıyla ana ekrana bakmadan çekim pek olacak iş değil. Demek ki ya sadece arkadaşları sevindireceğiz (sahilde, ateş başında gitar çalarak herkese ortam yapan ve eve sap dönen gençler, merhaba!) ya da etraftakilere “bi de beni tek çek” adlı Instagram türküsünü seslendireceğiz.
Bu sonuncu olmayacak iş değil. Denedim, yüzde 100 çalışıyor.
Bir son dakika haberi veriyorum!
Bu açmazın eşliğinde iPhone 8 Plus’ımla fotoğraf albümümü denemelerle dolduruken bugün iPhone X ile tanıştım. Ve sürpriz!!! Evet, iPhone X’da ön kamera(lar) sayesinde Portre Modu çekmek mümkün. İŞTE O MOD!
Dahası, ‘ayf-10’un tasarımı ve kullanımı sandığımdan daha da etkileyici çıktı. Henüz kullanmaya başlayalı birkaç saat olduğu için detaylı bir izlenim aktarmak imkansız. Fakat şurası kesin: Bu dönem, telefonunu bir iPhone ile değiştirmek isteyenler için kesinlikle zor bir zaman. iPhone 8 form ve işlev olarak gayet yeterli. iPhone 8 Plus özellikle pil ömrü ve fotoğraf konusunda yeni bir kulvar (büyük ekranı ve klavyesi yüzünden iPad’lerini bırakan arkadaşlarım da var). iPhone X ise işlevlerinin ötesinde yepyeni bir tasarım ve kullanım formuyla eşsiz bir deneyim sunuyor.
Önümüzdeki günlerde iPhone X ile tecrübelerimi de burada paylaşmaya çalışacağım (Aslında 8 Plus ile ‘artırılmış gerçeklik’ konusuna da girmek istiyordum ama yazı yine etli ekmek gibi uzamış. Burada kesiyorum).
Görüş, yorum ve kişisel tecrübelerinizi aşağıdaki yorumlarda beklerim.
[box type=”info”]Not: Bu yazıda bahsi geçen 3 telefonu da deneyip izlenimlerimi yazmam için Apple Türkiye bedelsiz (ve süreli) olarak verdi.[/box]
Görüşlerinizi paylaşın: