MIT Üniversitesi Yapay Zeka Laboratuvarı’nda çalışan üç araştırmacı 1990 yılında görevlerinden ayrılarak bir şirket kurdu. Niyetleri, kurumun çatısı altında uzay ve savunma sektörüne yönelik geliştirdikleri robotlardan edindikleri tecrübeleri kişisel teknolojilere uyarlamaktı. Kimsenin aklına gelmeyen bir alana odaklanmaya karar verdiler. iRobot adlı girişimleri 2002 yılında “Roomba” adlı dünyanın ilk robot süpürgesini hayata geçirdi.
Roomba, kendinden önceki süpürgelerin tamamından, neredeyse her ayrıntısıyla farklıydı. Hızla edindiği şöhret ile hem ev süpürmenin otomatize edilmesinin nasıl büyük bir ihtiyaç olduğunu ortaya koydu hem de bu sektörün standartlarını belirledi. Bugün piyasadaki sayısız rakibi hala Roomba’yı temel alıyor.
Robot süpürge ile gerçek anlamdaki ilk tanışmam 2019’da iRobot’un Türkiye’de satışa sunulmasıyla başladı. Şimdikilere göre hayli ilkel haliyle dahi kısa sürede evimizin en kıdemli cihazı haline geldi. Yine onun sayesinde bir kere daha İletişim Bilimci John Culkin’in (yaygın bir hatayla genellikle Marshall McLuhan’a atfedilen) meşhur sözünü hatırladım: “Önce biz araçlarımıza şekil veririz, sonra araçlarımız bize şekil verir”.
Robot süpürge, marifetlerini ortaya koymak için tartışmaya kapalı beklentilere sahipti. Eşyalarımızın dizilimi ve yükseklikleri, halıların konumları; hatta türleri gibi pek çok şey ona göre düzenlenmeliydi. Bu müdanasız şartnameye çaresiz boyun eğdik ve her şeyi ona göre yeniden şekillendirdik. O da yeterli gelmedi. Anlaştığımız saatte ve şekilde çalışması için ev sakinleri olarak bizim de uymamız gereken kurallar vardı. Ayakaltında dolaşmamalı, yerlerde ıvır-zıvır bırakmamalıydık. Bir süre sonra işçi-işveren ilişkimizin tamamen tersine döndüğünü fark ettik. Kolları sıvayıp evi süpürmektense süpürgeye itaat etmek daha cazip geldi. Çaresiz boyun eğdik.
Tekno-marabalar
Teknoloji ile ilişkimizdeki seviye bugün o kadar yoğun bir kıvama geldi ki çoğumuz için özgür irade kavramı akla bile gelmeyecek türden bir maceraperestliğe dönüştü. Evimiz ve işimiz arasındaki o malum rota dahi bir navigasyon uygulamasının rızasına muhtaç. Sorgusuzca iman ettiğimiz bu yönlendirmelerin dolaylı olarak ne kadar büyük bir ekonomiyi yönlendirdiğini de gözden kaçırıyoruz. Bu algoritmaların milyonlarca aracı yönlendirme kudreti, dolaylı olarak o güzergahtaki işletmelerin cirolarına dahi etki eden küresel ölçekte bir ekonomik belirleyici.
Aynı düzenin mümkün kıldığı bir başka olgu ise kısa süreli ve geçici emek kiralamasını temsil eden “gig ekonomisi”. Kökeni bizdeki “mevsimlik işçi” kavramına dayansa da bugün (Uber tarzı) paylaşımlı kiralık araç şoförlüğü, e-ticaret ya da yemek sipariş platformu kuryeliği gibi birçok alanda milyonlarca kişinin kalıcı iş modeli. İlk başta bağımsız, esnek ve keyfekeder çalışma olanağıyla kulağa hoş gelse de güvencesiz koşulları; belirsiz, dengesiz yapısı ve sürekli düşme eğilimindeki gelir modeliyle vaatleri arasında “refah” kesinlikle yer almıyor. Yine de şu an 300 milyonu Afrika ülkelerinde olmak üzere dünya genelinde 800 milyon kişi geçimini bu tür bir iş ile sürdürüyor.
Bu dev işçi sınıfının ürpertici bir gerçeği var: İşverenleri bir “algoritma”. Hangisinin, ne zaman, ne yapacağına; hatta ne kadar kazanacağına nasıl çalıştığı ve neye göre karar verdiği bilinmeyen kapalı sistemler karar veriyor. Hiçbir çalışanın bu kararları sorgulama imkanı yok. Algoritmaya direnmenin ya da reddetmenin cezası iş alamaz hale gelmeye; yani işsiz kalmaya kadar varıyor (düşük puanlı ve kötü yorumlar almış birinden hizmet almaya kim cüret eder?).
Taylorizm 2.0
Güncel teknolojilerin meyvesi gibi görünen bu düzenin kökeni esasen 19. yüzyıla dayanır. Verimli çalışmayı takıntı haline getiren Frederick W. Taylor, yönettiği fabrikada inisiyatifi bireylerden (işçilerden) alarak sürecin her adımı ölçüp-biçerek oluşturduğu algoritmalara teslim eder. Herkesin performansına göre az ya da çok kazandığı Taylorizm olarak anılan bu yapı, 1911 yılında “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” başlığıyla kitaplaştırılarak iş verimliliğinin kutsal metni haline gelir.
E-ticaret devi Amazon’un Türkiye dahil birçok ülkedeki 300’e yakın lojistik deposunda 1 milyondan fazla kişi çalışıyor. Bileklerindeki özel bir algılayıcı, yaptıkları her hareketi anbean kaydederek verimliliklerini ölçüyor. “Taylorizm 2.0” olarak anılan bu sistem o kadar sıkı kurallara bağlı ki, performans puanı düşmesin diye tuvaletini yanlarında taşıdığı şişelere yapmak zorunda kalanlar dahi var. Anlaşılan o ki algoritmalara biyolojik ihtiyaçları tanımlamak sanıldığından daha zor.
Komünist rejimlerin elinde bugünkü veri toplama ve değerlendirme araçları olsaydı altından kalkmayı başaramadıkları “merkezi planlı ekonomik model” işler miydi bilinmez. Fakat onların hayalini kurduğu yapı, bugün yepyeni bir kapitalizm inşa ediyor.
Dünyanın bütün işçileri dijital platformlar üzerinde birleşti. Gelgelelim sonuç (yine) beklendiği gibi olmadı. Belli ki prangalarımızdan başka kaybedecek şeyler de var. Üstelik peşin fiyatına, ömür boyu taksitle!
(10 Mayıs 2024 tarihli Oksijen gazetesindeki yazım.)
Görüşlerinizi paylaşın: