İnternet hakkında tartışamayacağımız iki gerçek var: dokunmadığı neredeyse hiçbir şey kalmıyor ve dokunduğu her şeyi köklü değişime uğratıyor. Turizm, sağlık gibi bazı sektörlerde bu değişim alıcıyı da satıcıyı da memnun ederken müzik, kitap, dergi, gazete gibi içeriğe bağlı alanlarda üretici (satıcı) tarafı oldukça zora sokuyor.
Yeni medya meselesi hakkında bu blogda da gazete yazılarımda da epey kalem oynattım (aslında klavye tıkırdattım). Satır aralarında yeni ve geleneksel medyayla ilgili önemli tespitler yer aldığını düşünüyorum. İşin kolaycılığına kaçmadan ve her iki tarafı da düşünerek fikir yürütmenin zor olduğu bir konu bu.
Kökten değişim ihtiyacı
Özellikle basılı medya tarafında (kendi rızalarıyla) içeriği ücretsiz sunarak başlayan süreç internetin yaygınlaşması ve herkesiz dijital mecraları tercih etmesiyle zarar vermeye başladı. Ama burada önemli bir hesabın gerçekten yapılmadığını düşünüyorum: gazete ve dergilerin gerçekten hala basılmaya ihtiyacı var mı?
Sektörün içinde değilseniz yayınların baskıdan kaynaklı maliyetlerini tahmin etmeniz çok zor. Kağıt ve boya almak, depolamak, basmak, paketlemek, dağıtmak gibi kaba maliyetlere farklı dağıtım ağlarını desteklemek için farklı coğrafi noktalarda matbaa kurma ve yönetme ihtiyacını da ekleyince maliyet kalemi astronomik boyutlara çıkıyor.
Gazeteleri basan makinaların değeri milyonlarca euro. Bakım maliyetleri de hiç az değil. İlerleyen teknolojiye rağmen her baskıda rotatiflerin belirli bir hıza ulaşması için geçen sürede matbaanın kalitesine göre 5 ile 15 bin arası fire veriliyor. Örneğin Doğan Medya Grubu’nun İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya ve Trabzon olmak üzere Türkiye’nin 6 şehrinde matbaası var. Yüzlerce kamyon her sabah basılan ve paketlenen yayınları binlerce satış noktasına ulaştırıyor. Bu çılgın bir iş ve maliyet. Detaylarına girmeyeceğim.
Dijital bununla karşılaştırınca gerçekten bedava kalıyor.
Farklı bir dünya mümkün
İnternetin en çok okunan gazetesi The New York Times (NYT) yakın bir geçmişte büyük bir mali darboğaza girmiş ve iflasın eşiğine gelmişti. O zaman borsaya sunulan bilançolardan kabaca şöyle bir hesap ortaya çıkmıştı. NYT baskıdan vazgeçip ABD’deki tüm abonelerine bedava bir Kindle (e-okuyucu) dağıtsa zarar bir yana, kara geçiyordu! Bunu 2009 yılındaki bir yazımda detaylarıyla aktarmıştım. Medya patronları bunun yerine geç kalmış pişmanlıklarının hıncını gizli ittifaklar kurarak umut gördükleri yeni mecralarda içeriği paralı hale getirerek çıkarmaya çalıştılar ama o hikayenin de sonunu hepimiz biliyoruz; hiçbiri maya tutmadı.
Müzik sektörünün durumu daha da vahim. Çünkü okuyucular arasında gazeteyi basılı okumak isteyenlerden çok çok daha az bir kesim müziği CD ve kasetlerden (evet hala kaset diye bir şey var) dinlemek istiyor. Dijital çok daha mantıklı, aynı içeriği sunuyor ve çok daha kolay taşınabilir.
Ancak internetin sivil döneminin ilk gününden itibaren bu yeni ortamda yerini alan medyanın aksine müzik sektörü senelerce bu alana sırtını döndü ve her geçen gün ağırlığını hissettiren korsanla en aptalca yöntemleri seçerek mücadele etti. Klasik bir tabirle bataklık yerine sivrisineklerle uğraştı. Bataklık büyüdükçe büyüdü.
İnsanlara seçenek sunmazsanız kendi yöntemlerini bulurlar. Ve bu yöntem büyük ihtimalle istemediğiniz bir şekilde olur.
Ben basılı yayınların günlerinin sayılı olduğuna eminim. Ama yeni mecralardaki varlığının da özel haberlere, bu mecralara has içeriklere bağlı olduğunu düşünüyorum (gazeteler internet sitelerinde SEO uyumlu başlık atmayı dahi öğrenemediler daha).
Yeni medyanın kurtuluşu: yeni, farklı, özel içerik
Giderek daha az bakabildiğim Twitter akışımda dün önüme bir mesaj düştü. Tıkladığımda Hürriyet gazetesinin sitesinde özel üretim bir belgesele denk geldim. Site için yapılmıştı. İnternetin mantığına uygun olarak kısaydı ve kurgusu çok güzeldi. Beni son zamanlarda en çok heyecanlandıran şeylerden biri oldu bu. Bugün internette yer alma derdinde olan medyanın stratejisi bu olmalı.
Belgeselin konusu dijital müziğin; daha geniş açıdan internetin müzik sektörüne etkileri. Bin defa işlenmiş bir konu ama Türk müzik yapımcılarının ağzından tecrübelerini dinlemek zihnimde ayrı bir pencere araladı. Kırıcı olmaktan korkmakla beraber bazı tespitleri paylaşamadan edemedim.
- Müzik sektörünü temsil eden eski kuşak yapımcılar müziği geçtim, güncel, etkin tüketici kitlesinden dahi her anlamda kopmuşlar. Konuşmalarından, çalışma ortamlarından, yaklaşımlarından bunu anlayabiliyorsunuz.
- Günlük hayatlarında kullandıklarına emin olduğum interneti kafalarında öyle bir noktaya koymuşlar ki gülümsemeden edemiyorsunuz.
- Kendi sonlarını getirdiğini iddia ettikleri şeyleri telafuz etmeyi bile bilmiyorlar. (buna boşuna kılıf uydurmayalım, mazur görülecek bir yanı yok)
- Hiçbir çözüm senaryoları yok. Yasa ve yasaklarla olayın çözüleceğini sanıyorlar ama hala makul bir alternatif ortaya koyamadıklarının da farkında değiller.
Belgeselde adı geçen geçmeyen birçok arayışa sahip müzik sektörünün Türkiye’de alacağı daha çok yol, yiyeceği daha çok ekmek var belli ki.
Gelelim belgesele… (kapanışında yazdığına göre bu yapımı Nazlı Çapar, Mutlucan Şen, Halil Yücer ve Çağla Pınar Tunçel hazırlamış. Ellerine sağlık. Yöneticileri olsaydım güzel bir prim yazar, hemen yenilerini sipariş ederdim).
Aynı konuda (röportaj yapılanlar arasında benim de bulunduğum) Ünkapanı adlı uzun metrajlı bir belgesel daha olduğunu da hatırlatmış olayım. Fırsat bulursanız kaçırmayın.
Görüşlerinizi paylaşın: