Thomas Hine’ın alışveriş çılgınlığımızın kökenlerini araştırdığı I Want That! adlı (harika) kitabında şöyle bir cümle vardır:
İnsan, doğada hayatta kalabilmek için üstüne bir şey giymek zorunda olan tek canlıdır.
İsmini unuttuğum bir TED sunumundan şöyle bir cümle hatırlıyorum:
Doğada soyu tükenme tehlikesi altında pek çok canlıya dair bir şeyler duyuyor, okuyoruz. Oysa gerçekte doğada soyu tükenme tehlikesi altındaki tek canlı türü insan.
Cennetten sürgün edilip yaşamaya mahkum kaldığımız bu gezegende yok olmamak uğruna doğayla amansız bir mücadele içindeyiz. Medeniyet denen şey insanın doğa içinde kendine ait başka bir doğa yaratmasıyla bağlantılı. Yaşadığımız birçok sorunun kökeninde de bu yatıyor.
İki hafta önceki kısa tatilde kaldığım küçük kıyı köyünde geceleri sahilde şezloga kurulup kitap okurken şehir hayatında aklıma bile gelmeyen bir ayrıntıyla yüzyüze gelmiştim: gökyüzü! Şehrin (uygarlığın) aydınlattığı yaşam alanlarının parlaklığı göğümüze de vurduğundan yıldızlar çıplak gözle seçilemez olmuştu. Yıldızı olmayan bir göğe de kafayı kaldırıp bakmaya gerek kalmıyordu.
Geçen gece Netflix‘te Paul Kimball imzalı; kurgusu kötü ama konusu iyi bir belgesele denk geldim (Youtube’da da varmış). 1950’lerden 1990’lara kadar en ikna edici 10 UFO vakasını inceliyordu. Kafamda o geleneksel soru dönmeye başladı: neden bu UFO vakalarının doğru dürüst bir kaydı yok? Hemen sonra da tatilde aklıma düşeni anımsadım. Tepemizde her gün 10 UFO uçuyor olsa da bunu fark edebilecek kim var? Sahi, siz en son ne zaman gökyüzüne baktınız?
Beni meteor yağmurunda yıkasınlar
Birkaç gündür meteor yağmuruyla ilgili bir şeyler kulağıma çalınıp duruyor. Geçtiğimiz gece seyretmek için gece yarısı dışarı çıktım ama (şehir ışıklarından dolayı) hiçbir şey göremedim. Bugün de devam edeceğine yönelik bir şeyler duyunca şahit olabilmek için medeniyetten elimden geldiğince uzaklaşmaya karar verdim. Hedefim Vecihi ile Nişantaşı’ndan Demirciköy’e gitmekti.
Karadeniz’e doğru rotamdaki hedefe ulaşmak için 30 kilometrelik yolum vardı. Gece 01:30 gibi marşa bastım. Gece rahatlayan İstanbul trafiğinde Maslak’tan Kilyos yoluna bağlandığımda ilginç bir şey dikkatimi çekti. Gündüz defalarca geçtiğim bu yol gece alabildiğine ıssız, karanlık, sessiz ve ürpertici hale geliyordu.
Kilyos sahili
Zekeriyaköy’den geçerken anneannemin mezarını ziyaret edeyim dedim ama mezarlığın demirden dev kapısı kapalıydı (mezarlık neden kapanır ki?). Issız, karanlık yolda ilerlerken önce Kilyos’a uğramaya karar verdim.
Solar Beach‘e inen yokuşta motoru durdum. Çünkü devamını Sarıyer Belediyesi iki plaja vermiş, onlar da tel örgüler ve kapılarla girişi kapatmıştı. Karşımdaki denize ulaşamıyordum (bu kanuna aykırı, değil mi?). Çaresiz tepelik bir bölgede farı kapattım, karanlıkta göğü seyretmeye başladım. Meteor namına bir şey yoktu ama yıldızlar bütün canlılığıyla oradaydı ve arada kayanlar da oluyordu. Cırcır böcekleri eşliğinde bir o yana, bir bu yana bakarken yan taraftan bir şeyin dokunduğunu hissettim. Ortalık o kadar sessiz ve ıssızdı ki nasıl olup da yaklaşan kişiyi duymadığımı çözemiyordum. Panikle kafamı çevirdiğimde bir karaltı hissettim. Ciddi bir gece körlüğüne sahip olduğundan pek bir şey görme ümidim yoktu ama o sallanan silüeti gayet iyi tanıyordum: köpek!
Bir hevesle alınıp, usanılıp, şehrin kim bilir neresinden sokağa atılmış köpekler ‘birileri’ tarafından toplanıp bu ormanlık araziye terk ediliyordu (ki onlar da doğa köpeği olmadığı için çoğunlukla burada kısa sürede ölüyor. Ölmezse de intihar ediyorlar).
Böbürlenme gibi algılamayın ama duyma, koklama ve tatma hislerim sıradışıdır. Buna rağmen o koca hayvanın bu kadar sessiz nasıl yaklaştığına hayret ettim. Havlamamış, ısırmamış; gelip bacağıma sürtünmüştü. Belli ki ilgi bekliyordu. Sevmeye başladım. Bir yandan da gökyüzünde yıldızlara bakmaya devam ediyordum.
Demirciköy’e doğru
Bir süre sonra daha fazla vakit kaybetmemek için Demirciköy yoluna koyulayım dedim. Motorun farını yakmamla dramımı gördüm. Etrafımda bir sürü köpek toplanmıştı! Kullanmayan bilmez; açıklamak gerek. Motosiklet ama özellikle de scooter’ların motor sesi köpeklerde ilginç bir frekansa denk geliyor olmalı. Yanlarından geçerken bazıları çıldırıyor, üstünüze koşuyor, hatta atlayabiliyor (muhtemelen hırlama sanıyorlar). Çok karşılaştığım bir durum. Vecihi’ye kulak verelim biraz:
Yukarıdaki sesi 15’ye yakın köpekle çevriliyken çıkartmak biraz cesaret istiyordu. Marşa basar basmaz birkaçı yerinde doğruldu, kulakları dikti. Olacakları anlamıştım. Tam gazla yerimden fırlayıp dik yokuşu tırmanmaya başladım. Bir tanesi bayağı yaklaşıp sağ yanımdan hamle yapar gibi oldu. Şort giyilen bir gecede hiç iyi bir his değil. Ama kurtuldum.
Demirciköy’ün zifiri karanlık yolunda sola doğru bir sapağa denk geldim. Tabeladaki Dalia Balık yazısı tanıdık gelmişti. Mart ayında güzel bir öğleni burada geçirdiğimizi hatırladım. Hatırladığım bir başka şeyse harika bir sahili olduğuydu. Hatırlayamadığımsa o yoldan gündüz geçtiğimdi. Çünkü gece 03:00’e doğru yol Amerikan korku filmlerini andırıyordu. Eğer yanımda biri olsaydı, eminim geri döndürürdü.
Uzaklardan gelen uluma sesleri eşliğinde epey gittikten sonra karşıma yeni bir sürpriz çıktı. Dalia Balık ve yanındaki plaj sürgülü kapıyla sahile inen yolu kapamıştı! Yine denize ulaşamıyordum! (bunları kime şikayet edebiliriz acaba?). Sinirle geri dönüp Demirciköy’e girdim. Bu arada Türkiye’nin en ilginç mimariye sahip camilerinden birinin de bu köyün meydanında olduğunu fark ettim.
Demirciköy’de de biraz göğü seyrettikten sonra dönmeye karar verdim. Sarıyer yoluna doğru ilerlerken bütün bu uzak, lüks yerleşim yerlerinin doğaya dönme, yeşille bütünleşme adına ayrı bir betonlaşmaya yol açtığından bir kere daha emin oldum. Dev duvarlı, doğayla hiçbir bağı olmayan heyula yapılar. Şehirden o kadar uzaklaşmaya değer mi bilemiyorum.
Sarıyer’e doğru inerken dayanamadım; bir de Rumeli Feneri’ne uğrayayım dedim.
Yaklaşık 17 kilometrelik bu güzergahta biraz daha iyot kokladıktan (ve ayaklarımı da BUZ gibi Karadeniz’e soktuktan) sonra Sarıyer üstünden dönüşe geçtim. 36 kilometre daha yolum vardı.Ama Boğaz’ı görünce dayanamayıp durdum. Bir kafede çay içtim. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne doğru bir bankta oturup bir şeyler atıştırdım, kafa dinledim.
Nispetiye Caddesi’nde aylardır bitmeyen klasik gece aslfalt çalışmalarını yine unutmuştum. Geri dönüp Karanfilköy civarından dolana dolana eve döndüm.
Gece vakti neredeyse 100 kilometre yol yaptıran bu serüvenden aklımda kalanlara gelirsek:
- Şehirler sadece soluduğumuz havayı değil; ışığıyla gökyüzünü de kirletiyor.
- Sahil şeritleri halkın ortak kullanım alanı. Buraları işletmecilere kiraya verirken halka kapatmama garantisi almak gerek.
- Boğaz sırtlarındaki bazı evlerde kimler oturuyor gerçekten merak ediyorum.
- Kireçburnu sahilinde bir hayrat var!
- Yine Kireçburnu sahilinde dünyanın en güzel manzaralı benzin istasyonu var (Petrol Ofisi). Gündüz geçersem fotoğraflayacağım.
- Tarabya sahilinde Huber Köşkü’nün hemen karşısında 24 saat açık Hayrola Cafe diye bir yer olduğunu keşfettim. Manzara tahmin edeceğiniz gibi olağanüstü. İçeriği nasıl, ilk fırsatta bakacağım.
- Gece gezmelerinde Crocs terlik iyi bir fikir değil gibi. Ayaklar üşüyor.
- Boğaziçi kıyı şeridini hesaba katmazsak koca şehirde bir kenarda durup denizi seyredecek bir yer yok gibi.
- Rumeli Kavağı’nda gece açık hiçbir mekan yok (bir midye tava yiyeyim demiştim oysa!).
Unutmadan; meteor yağmuru göremedim. Ama kayan yıldızların keyfi de fazlasıyla yetti.
Görüşlerinizi paylaşın: