Çankaya Sofrası ya da ilgilileri tarafından daha bilinen adıyla Sofra, Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı döneminde, taze Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir liderleri ve yöneticileriyle çeşitli konuları tartıştığı, bilgi alıp-verdiği gayrıresmi bir ortam. Mustafa Kemal geceleri sabahlara kadar bu toplantılarda konuklarıyla beraber devrimlerden düzenlemelere, eğitimden dış siyasete pek çok konuda fazla mesai yaptığı rivayet olunur.
Bu sofra sohbetlerine ait olduğu söylenen bir ses kaydına Youtube’da rastlamıştım. İki binli yılların kafasıyla dinleyince garip gelebilir ama o dönemin şartlarını göz önüne almakta fayda var. Velhasıl; yalandır, doğrudur bilemem; bilginiz olsun yine de (videonun altında konuşmanın deşifresi var. Parantez içindeki çeviriler bana ait. Malum; kelimeler yitip gidiyor zamanla).
http://www.youtube.com/watch?v=QYQunxJ7Wl8
Efendiler, arkadaşlar; biz bu milleti ilk şeklinden daha yüksek mertebelere (seviyelere) çıkarmakla mükellef (yükümlü, sorumlu) adamlarız. Bu yükseliş yalnız ve yalnız meydan muharebelerinde kazandığımız şereflerle olamaz. Bu, buna kâfi (yeterli) değildir! Asıl yükseliş iktisat sahasında (ekonomi alanında) yükseliş olacaktır. Büyük memnuniyetle görüyorum ki iktisadın başında bulunan arkadaşım Celal Bey mühim surette bu istikâmeti (doğrultuyu) görüyor, muvaffak (başarılı) oluyor (Sonradan Cumhurbaşkanı olacak dönemin Ekonomi Bakanı Celal Bayar‘dan bahsediyor). Bu istikâmetteki muvaffakiyeti Türk Milleti anladığı zamandır ki, en büyük zafer tecelli edecektir (gerçekleşecektir). Ben, bu zaferin muhakkak olduğuna kâni (inanan, ikna olmuş) bir adam olarak mesut (mutlu) ve mesrurum (sevinçliyim).
İşte bu sohbetlerin yapıldığı Pembe Köşk, Çankaya’daki 438 dönümlük Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi‘ndeki en eski yapılardan biri. 1930 yılında Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister tarafından tasarlanmış kibar bir eser (Holzmeister aynı zamanda TBMM’nin de mimarıdır).
Pembe Köşk’ün inşasına 1930’da başlanmış ve o dönem için rekor sayılacak 1,5 sene gibi kısa bir sürede tamamlanmış. 1932’den itibaren Mustafa Kemal’in Ankara’daki evi ve çalışma ofisi olmuş. Devamındaki Cumhurbaşkanları da yapıyı aynı amaçla kullanmaya devam etmişler.
Pembe Köşk 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile birlikte sadece konut olarak kullanılmaya başlanmış. 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren döneminden beri Cumhurbaşkanları çalışma ve kabullerini Ana Bina olarak anılan yeni yapıda gerçekleştiriyor (bu binayı da bizzat Evren yaptırmış).
Pembe Köşk artık konut olarak da kullanılmıyor. (Başım belaya girecek olsa da yazacağım) kimse söylemez, bahsi geçmez; belki hiç duymamışsınızdır bile. Ben de ilgili dönemdeki kaynaklarımdan biliyorum. Pembe Köşk’ün bugün kullanılAmama sebebi -Anıtlar Kurulu tarafından korunan bir bina olmasına rağmen- 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde konut içine izinsiz yaptırılan havuzdur. Rutubetiyle duvar ve kolonları çürüttüğü ve ağırlığıyla binanın statiğini bozduğu için Pembe Köşk’ün varlığı tehlikeye girmiştir. Ayrıca yaptığım araştırmalarda Abdullah Gül döneminde Anıtlar Kurulu’nun eski hale döndürülmesi için inşaat onayını vermediğini duydum. Bizim memleket böyledir. En beklemediğin şeyler en ummadığın kişi / kurumlardan gelir. Neyse artık).
Çankaya Sofrası Reloaded
Ben bir vesileyle Pembe Köşk’ü görme fırsatına eriştim. Orada yürümek, balkonundan Ankara’ya bakmak tarifsizdi. Benzer duyguları Sultanahmet’te ya da Topkapı Sarayı’nda yürürken de hissederim. O an bastığın yere zamanında kimlerin bastığını, baktığın yere kimlerin baktığını, neler düşündüğünü düşünmek heyecan vericidir. (Yeri gelmişken de ifade etmiş olayım; benim Mustafa Kemal ile bir derdim, sıkıntım yoktur. Şimdilerde dile getirmek ayıp oldu ama ben kendisini severim, sayarım. Hatası yok mudur? Vardır. Tarih hatasız bir insan evladına şahitlik etmemiştir henüz. Hata olarak gördüğüm yanlarını eleştiririm. Ama genel anlamda o yılların dünyası –özellikle de Türkiye’si– içinde kendisini bir şans, fırsat olarak görmüşümdür).
Konuyu iyice dağıttık; Sofra’ya dönelim biz.
- Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de 2008 yılında bu Sofra adetini yeniden başlattı. Mustafa Kemal dönemindeki gibi akşamdan sabaha değildi. Takip ettiğim kadarıyla hiçbiri o dönemki kadar geniş katılımlı da olmadı. 29 Ocak 2013 tarihli Çankaya Sofrası davetlileri sosyal medyayı etkin kullanan kişileridi. Davet edilen altı kişiden biri de bendim.
Yemek daha önceden görme fırsatım olmadığı Ana Bina’da Küçük Salon olarak adlandırılan bölümde olacaktı.
İstanbul-Ankara uçaklarının neden bu kadar pahalı olduğunu düşünerek sabah uçaklarından birine bileti aldım. Erken kalkacağım için erken yattım. Tek faydası yatakta daha fazla dönmek oldu. Cep telefonumun hava durumu uygulaması Ankara’nın tepesine kar taneleri kondurmuş; sıfır derece diyor en iyi durumda. Ankara’da hiç terlemediğimi, hep üşüdüğümü hatırladım. Gerçi soğuk bahsinde İstanbul’un da Ankara’dan kalır yanı yoktu. Sabahın ilk ışıklarında ayazın tokadıyla ayılarak kendimi taksiye attım.
Davetli listesinde NTVMSNBC Yayın Yönetmeni Ahmet Yeşiltepe, Habertürk yazarı Rahşan Gülşan, Kadir Has Üniversitesi Öğretim Görevlisi İsmail Hakkı Polat, Blog Yazarı Zorluhan Zorlu, Twitter kullanıcısı Hakim Türkmen (Beyinsiz Adam) ve ben vardım.
Tedirginlikte ilk safha: kılık-kıyafet
Davetiyedeki ‘koyu renk elbise’ şartı yüzünden gardrobumdan ayarladığım kıyafetin içimde yarattığı ürperme hissini bir türlü atamadım. Bir şey zorunluluğa dönüşünce bütün keyif verici özelliklerinden arınıyor. Kravat boyu kemerin altında mı üstünde mi olmalıydı? Beyaz yaka trendleri bu konuda ne diyordu acaba? Twitter’dan sorsaydım keşke. Sakal traşı olmayı da unutmuşum. Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça.
Taksici de yol boyunca azmış gibi derdime dertler ekledi. Raylı sisteme geçildikten sonra metrobüslerin Kayseri, Konya, Sivas gibi düz şehirlere satılabileceğini söylüyordu. Acaba bu Cumhurbaşkanı ile mevzu edilecek bir şey miydi?
Ankara meşhur soğuğuyla karşıladı beni. İsmail Hakkı ve Rahşan ile Sheraton Otel’in lobisinde buluşup Köşk’e doğru yola koyulduk.
Çankaya Köşkü’ne davetli giden birini hayal edince korumalar eşliğinde ışıklarını çakarak protokol kapısından hızlıca süzülen bir konvoy akla geliyor. Biz henüz o kadar tantana yaratacak tipler değildik. Beşinci kapı olarak anılan bir yan girişten usulca sızdık içeri. Her tarafımızda resmi ve sivil memurlar, korumalar. Bizi değil elbet; ‘Beyefendi’ olarak anılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ve binayı koruyorlar. Refleks olarak cep telefonlarımıza sarılıp sağı solu çekmeye başlayınca kalayı bastılar. “Lütfen siler misiniz! ÇEKİM YASAK!”. (Elbette silmem. Benim işim çekmek, kaydetmek).
Tazeliğini koruyan sitemler
Ana Bina’nın 1. katında yer alan ‘Heyet Bekleme Salonu’ adlı odaya alındık. Burası davetlilerin beklediği Çankaya bahçelerine bakan, güzel tablolar ve kasvetli mobilyalarla döşeli, yaklaşık 50 metrekarelik bir oda. Kapımızda dizi dizi korumalar. Denemek için tuvalete gideyim dedim, kabine kadar birisi eşlik etti. Çıkışta kapıda beklediğini gördüm. Oysa güzel bir hınzırlık vardı aklımda; olmadı.
Odada beklerken içeri Cumhurbaşkanlığı’nın yeni Başyaveri Bekir Furkan Özdaban girdi. Üniformasının göğüs kısmı Cem Yılmaz’ın tabiriyle Samanyolu gibiydi. Selamın ardından ziyaretin sebebi belli oldu. Gül’ün beni de davet ettiği ABD gezisi sırasında dönemin Başyaveri’ne yönelik yazdıklarımdan biraz alınmış 🙂 O dönem göreve hazırlandığı için dikkatini çekmiş. Dayanamayıp gülmeye başladım. Şaşkın bakışlarımız arasında cebinden yazdıklarıma yönelik bilgilendirme notları çıkardı. Teşekkür edip aldım, ayaküstü göz gezdirmeye başladım. “Yazmanız için vermiyorum, ne olur yanlış anlamayın” dedi ama bahsetmek de boynumun borcu oldu. Gülüştük, birbirimize teşekkür ettik ve ayrıldı (o konuya fırsat bulduğumda ayrıca değineceğim).
Rahşan masadaki Cumhurbaşkanlığı forslu bardaklardan birkaç tane yürütmeye teşebbüs ettiyse de “devlet malıdır, zimmetlidir, demirbaştır” diyerek engellemeyi başardık (İsmail Hakkı da adaşı İsmail Hakkı’nın bir yağlıboya tablosuna meyletti).
Vuslata beş kala
Heyet Bekleme Salonu’ndaki gerilimli bekleyişimiz sürüyordu. Gerçi bizdeki gerilimin aksine Çankaya Köşkü tam bir huzur vahası. Gece yağan kar dev bahçeyi bir muhteşem bir kış tablosuna çevirmişti. Hissettiğimiz o huzuru yaşamaya Cumhurbaşkanları’nın da fırsatı oluyor muydu acaba? Hiç sanmam. Sayın Gül sohbetin başında sosyal medyadaki varlığının daha çok Köşkü ve Cumhurbaşkanı’nın yaşamını halka açmak olduğundan söz etti. Bence bu anlamda başarılı da oldu (2005 tarihli bir yazım aklıma geldi).
Sonunda kapıda bir görevli belirdi: “Buyrun efendim”. Bir koridordan geçerek salona ulaştık. Büyük bir masa. Her yerinde bir kaşık, çatal, bıçak, tabak, çanak, bardak. Etrafımızda korumalar, garsonlar. Masada nerede oturacağımız belli.
Henüz ‘Beyefendi’ yok. Oturduk. Hepimiz Yemekteyiz programı yarışmacıları gibi masaya, etrafa bakınıyoruz. Her şey fazlasıyla iyi görünüyor. Gerilim zirvede. Derken bir hareketlenme, ayaklanma; ve Abdullah Gül gülerek salona geliyor. Hepimizin elini sıkarak yerini alıyor.
Devlet demek protokol demek. Protokol ise bürokrasi. Çankaya Köşkü’nde hemen her konu bir ordu insana emanet. Sadece yemekte bize servis yapan garsonların eline birer pala versek Fiji ya da Gana’da yönetimi ele geçirebilirdik kesinlikle.
Cumhurbaşkanı yerini aldıktan sonra yemeği organize eden Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı Kemal İlter ve Danışman Yusuf S. Müftüoğlu dışında herkes salonu terk etti. 8 kişi başbaşa sohbete koyulduk.
Menümüzü Hayrünnisa Gül Hanım seçmiş (bu gelenekmiş). Zeytinyağlı pancar soslu lahana sarma, tereyağlı ıstakoz sotesi, yufkada Akdeniz salatası, dana kaburga ve ballı kadayıf tatlısı. Hiçbirine acımadım (Gül’ün tatlı yerine kavun ve portakal yediğini eklemiş olayım).
Ama elbette oraya yemek değil sohbet için gitmiştik. İlk sözü Abdullah Gül aldı ve her dönemin belirleyicisi olan hakim bir teknoloji olduğundan; bugün bunun internete karşılık geldiğinden bahsetti. Bireyi, aileyi, toplumları değiştiren; hatta kimi bölgelerde halk ayaklanmalarında dahi rol oynayan bu yapının istismar edilmeden kullanımı ve kaş yapayım derken göz çıkartmadan düzenlenme ve denetiminin yapılmasından söz etti.
Bu vesileyle internet konusunun zaman zaman MGK toplantılarında dahi gündeme geldiğini öğrendik. O toplantılarda anlatılan interneti dinlemeyi ÇOK isterdim. Ne anlatıyorlar acaba? Benim kullandığım internet ile onların dinlediği aynı mıdır?
Meşhur meselenin nihayeti
Yukarıda da değindiğim gibi Abdullah Gül’ün Twitter, Facebook, Google, Apple gibi teknoloji şirketleriyle görüştüğü ABD ziyaretinin davetlilerinden biriydim. Bu kapsamda Cumartesi günü TRT Haber’deki Sosyal Medya isimli televizyon programıma da konuk olmuştu. Program sırasında gündeme gelen sansür konusunda Gül Türkiye’de herkesin interneti özgürce kullanabildiğinden, sansür olmadığından bahsetmiş, o bölümde programda yanımda yer alan TRT Haber Koordinatörü Ahmet Böken de onaylamıştı. Benim oradaki sessizliğim bu beyanatı onayladığım şeklinde yansıyınca başıma gelmedik kalmamıştı (açıklamamı şu yazıdaki ‘Ana Konu Dışı Bilgilendirme’ başlığından takip edebilirsiniz).
Konu dağılmadan Gül’ün ardından sözü alarak o yayını hatırlattım ve bu yüzden onun siyasi hayatındaki eleştirinin toplamından fazlasını -sanki işleyişte payım varmış gibi- benim yediğimi hatırlattım (üzüm yemek – bağcı dövmek ikileminde mağdur genelde ben olurum). Muğlak tanım ve kavramlara bağlı olarak çoğu zaman mahkeme kararına bile ihtiyaç duymadan keyfi şekilde binlerce sitenin sansürlü olduğunu hatırlattım ve bunun kabul edilemez olduğunu belirttim.
Gül ise kulağa hoş gelmesine rağmen tam serbestliğin anlamlı olmadığını; demokratik hukuk sistemlerindeki makul düzeyin hedeflenmesi gerektiğinin altını çizdi. Temel hedef özgürlük ve çoğulculuğun yaygınlaştırılması olmalıydı. Erişime engelli sitelerdeki mevcut durum ve uygulamaların inceleneceğine dair söz alarak bahsi kapattık. Bu konunun takipçisi olacağım. Sizlerin de desteğini beklerim (Haters gonna hate; o ayrı. Onları görmezden gelmeyi öğreneli çok oldu).
Benim için buluşmanın tartışmasız en faydalı sonuçlarından biri bu oldu.
Gündeme getirdiğim diğer meseleyse eğitim ve istihdamdı. Bilgisayarlaşma ve internet kullanımı konusunda ümit verici bir ilerlemeye sahne olan Türkiye’de etkin bir eğitim ve koordinasyon ile internet ciddi bir istihdam alanı ve eğitim platformuna dönüşebilirdi. Hatta ev kadınları için bile evinden çalışabilecekleri platformlar yaratılabilirdi. Burada -yer sebebiyle- ayrıntılarına girmek istemediğim birkaç örnekle konuyu detaylandırdım. Bunu da not alarak inceleyeceklerini belirttiler. Umarım bir şeylerin vesilesi olur zira bu gerçekten çok inandığım bir mesele.
Dışı seni, içi beni
Köşk ziyareti öncesi Twitter’da “ne sormamı istersiniz?” diye bir çağrı yapmıştım. Şaşırtıcı bir ayrıntı olarak yollanan soruların hepsini sahipleri silmiş. Ama çoğu iki ana başlıkta toplanıyordu:
- Neden kimseyi takip etmiyor / cevap vermiyor?
- Neden bizi blokluyor?
Özellikle bloklama garip bir durum. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kendi Cumhurbaşkanı tarafından bloklanması -internet kuşağı için- vatandaşlıktan çıkarılma gibi algılanabilir.
Gül’ün bu soruya cevabından ilginç bir şeyi de öğrendik. Sosyal medya ateşe en yakın olduğunuz yer. Cumhurbaşkanı da bundan muaf değil. Abdullah Gül sosyal medyada kendisine yapılan hiçbir hakarete kişi ya da kurum olarak dava açmadıklarını hatırlattı. Açılan birkaç dava, savcılıklar tarafından resen açılmış. Hakaret içeren sosyal medya mesajlarına Cumhurbaşkanlığı’nın tek uygulaması bloklamak oluyordu. Hakaretin sınırı, şekli, eşiği nedir bilemem elbette.
Yine en çok merak edilen “neden kimseyi takip etmiyor?” sorusunun cevabınıysa “birini etsem, diğeri darılacak” olarak verdi Gül. Bu cevap bizlerden yoğun bir itiraz dalgasına yol açtı. Bence biraz daha zorlasak direncini kırabilirdik 😉 Başka sefere!
Son olarak aklımda kalan iki küçük detayı da sıkıştırayım:
- Hani bazen arkadaşlar ricada bulunur “şunu bir tanıtsana, bir el atsana” gibisinden. Sohbet sırasında öğrendik ki zaman zaman Cumhurbaşkanı’ndan da bazı kitap ve filmleri Twitter’da tavsiye etmesini rica ediyorlarmış. Kardeşim bari Cumhurbaşkanı’na yapmayın şunu ayıptır yahu 🙂
- Cuma günü Apple’dan özel bir heyet Köşk’ü ziyarete geliyormuş. İçeriği nedir bilmiyorum ama öğrenirim bir şekilde.
2 saati aşan bir yemekli sohbetin notları bu kadar değil ama bu yazı aldı başını gitti. Yediğim içtiğim benim oldu, size de bu satırlar kaldı (bir de şu haber elbet).
[slideshow id=45]
Görüşlerinizi paylaşın: