1788 doğumlu Arthur Schopenhauer lise yıllarımda (yani biraz geç) keşfettiğim bir Alman Filozof. Yazdıklarını gerçekten anlayıp yorumlayabildiğime yönelik endişemi üstümden hiç atamadım. Buna rağmen kişiliğimi şekillendirirken en çok etkilendiğim kaynaklardan biridir (Schopenhauer okumak tek başına dünyadaki pek çok açmazı bertaraf etmek için yeterli. Hatta kesitleri bile nimetten sayılmalı bence).
Tesadüfen karşıma çıkan bir kitabın sayfalarını çevirirken denk geldiğim ve daha önce hiç denk gelmemiş olmama şaşırdığım Schopenhauer’e ait yukarıdaki bahis benim de büyük dertlerimden biri. Kitapları satın alma hızıyla okuma hızı arasındaki makas sürekli açılıyor.
Satın alınca okuduğunu sanma ya da bir gün okuyacağını düşünerek avunma hali. Kapağı açılmamış kitaplarla dolu rafların öyküsünde buna benzer ‘zihin sürçmeleri’ var hep.
Bu tuzağa düşmemek için uzun zaman önce kendime şöyle bir kural koydum: okumaya başlamadığım ya da henüz bitirmediğim kitapları çalışma masamda tutuyor; bitirmeden asla kütüphaneme kaldırmıyorum. Satın alma oburluğı ya da okuma tembelliği yüzünden çalışma alanım iş görmez hale geldikçe okumayı hızlandırmak için yeterli bahaneyi de bulmuş oluyorum.
İş okumakla bitse iyi. Hamişleri, altını çizdiğim pasajları kategorize edip Evernote’a aktarıyorum.
Fakat ne yazık ki bu heves başka bir vicdan azabını tetikliyor. Eski notlara göz gezdirdikçe bir bölümünü neredeyse tamamen unuttuğumu fark edip üzülüyorum. Belleğimi sınamak adına raftan tekrar indirdiğim kitaplar -nedense- genellikle İhsan Oktay Anar ve Orhan Pamuk’a ait romanlar oluyor.
Bugün de aynen öyle oldu.
Sessiz Ev‘in sayfalarını hızlıca çevirip hafızamı yoklarken bütün bunları neden yaptığımı düşündüm. Bu kitapları neden okuyorum, bu notları neden tutuyorum? Bu bloga, gazetelere, dergilere yazdıklarım; elime geçen fırsatlarda konuştuklarım, anlattıklarım “bakın böyle bir şey var ve bu işinize yarayacak, hoşunuza gidecek” feryadı. Manevi bir iç tatmin olarak da düşünebilirsiniz.
Ama neden?
Çünkü çoğu zaman sanıldığının aksine bu çaba herhangi bir (orantılı) karşılık sunmadığı gibi emanet bıraktığı sorumluluk yüzünden çoğunlukla sırta yük ekliyor. Yoksa ne kadar okursam okuyayım bir Schopenhauer; ne kadar yazarsam yazayım bir Pamuk ya da Anar olamayacağımın gayet de farkındayım.
Peki bu çaba ne için?
Tek cümlelik yaşam dersi
Elimde kitap bunları düşünürken yine Orhan Pamuk’un bir röportajında aktardığı anısı aklıma geldi.
Pamuk o dönemde iyice arttırdığı sigarayı bırakmak; en azından azaltmak istemektedir Bir ortamda denk geldiği Aziz Nesin’e günde birkaç dal sigarayla idare edebilenlere duyduğu hayranlıktan bahseder. Soruyu sükunetle dinleyen Nesin aynı tavırla cevabını verir:
Onlar tutkusuz insanlar Orhan Bey.
Hayatın en karmaşık görünen kesitleri bazen böyle tek cümlede özetlenebiliyor işte. Hem de en beklemediğiniz taraftan vurarak.
Tutkuyla yaşamak gerek!
Sigarayı, okumayı, yemeyi, içmeyi, öğrenmeyi, sevgiyi, nefreti, aşık olmayı, hasret çekmeyi, yazmayı, konuşmayı, itiraz etmeyi, katılmayı tutkuyla yoğurmak gerek. Öyle köpek kakası öteler gibi ucundan tutarak değil; dört elle sarılmak gerek hayata. Birine yaranacağım hevesi ya da tepki göreceğim endişesiyle de değil; sen öyle olmasını istiyorsun diye. Temkinli, garantici bir kaşif gibi değil; elinde palasıyla cangıla dalan cesur bir maceracı gibi fethetmek gerek hayatı. Gerekiyorsa herkesi karşına alarak ya da her şeyi kaybetmeyi göze alarak.
Yani ‘yetmişinde bile, mesela, zeytin dikmemiz gerek’ sahiden. ‘Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil; ölmekten korktuğumuz halde ölüme inanmadığımız için‘.
Varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar.
Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?
Hatırladığım o röportaj çocukluğumda kitaplarını yutar gibi okuduğu Aziz Nesin’i düşündürdü. Bugün ismini duyanların çoğu sadece o yanlış hatırlanan, çarpıtılmış teşhisini bir de Sivas Katliamı’ndaki haber ve görüntüleri hatırlıyor. Yazdığı, konuştuğu şeyleri dinlemeyen, okumayan kişilerce öldürülmeye çalışıldığı ve tesadüfen kurtuluğu anlar.
Hayatının neredeyse tamamını yazarak geçirmiş (dolayısıyla hakkında fikir sahibi olmak için epey kaynağa sahip olduğumuz) birine bile zihnimizde kulaktan dolma birkaç eksik-çarpık bilgi kadar yer var en fazla.
İlginç tesadüflerin bereketli hasadı henüz son bulmamıştı. Mesajlara bakmak için bilgisayar başına geçince Twitter’da Aziz Nesin’in arşivini paylaşan bir hesaba denk geldim. Üstelik daha ikinci günlük; tazecik. Paylaştığı görsellerin çoğu solmuş, sararmış sayfalar ama acı verici bir ayrıntı olarak içerikleri de öyle.
Tarihleri, isimleri değiştirence her döneme uyarlanabiliyor.
İnsanı insan yapan şeyler arasında tutkuyu görmezden gelmek mümkün müdür? Boş bir ceviz kabuğu gibi uçsuz-bucaksız karanlıkta yuvarlanıp kaybolmadan önce sıradanın, normalin, genelgeçerin, boşvermeciliğin bütün konforuna, vaatlerine ve garantisine rağmen tutkuyla yaşamak; yaşamın her ayrıntısını tutkuyla yoğurmak gerek.
Nihai olarak zafer ölümün olacaktır. Çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz. Tıpkı bir sabun köpüğünü sonunda patlayacağından emin olsak da olabildiğince uzun ve büyük şişirmemiz gibi.
(Arthur Schopenhauer)
Varsın boyumuz olmasın bir sögütünki kadar.
Görüşlerinizi paylaşın: