Güzel insanların altın çağında bizim işimiz ne ola?

Bedenimiz markalara, akımlara ve takipçilerimize emanet ettiğimiz bir “pazaryeri”. Sonu asla gelmeyecek, umutsuz bir kan davası.

Ruth Handler’ın kocası, ortağıyla plastik resim çerçevesi üretip satarken, bir dizi tesadüf sonucu kız çocukları için minyatür oyun evleri de imal etmeye başlar. Bu yeni ürün gamı o kadar tutar ki kısa zamanda çerçeve işini tamamen terk ederek oyuncak üretimine yoğunlaşırlar. Bu esnada Ruth, kızının keyifle oynadığı (bizim birkaç neslin de ‘Ayşegül’ karakteriyle aşina olduğu) kağıt bebeklerden aldığı ilhamla bir oyuncak bebek üretme fikrini ortaya atar.

Uzun bir ikna çabası; ardından tasarım ve üretim denemeleriyle bezeli zorlu bir  sürecin ardından nihayet 1959 yılında Ruth Handler bebeğini kendi kızı Barbara’nın isminden devşirdiği Barbie adıyla piyasaya sürer. İlk etapta fazla ilgi görmezse de yoğun bir reklam kampanyası desteğiyle dünyanın her köşesindeki çocukların hayallerini süslemeyi başarır.

Barbie kısa sürede o kadar meşhur olmuştur ki, ‘pop-kültür peygamberi’ Andy Warhol’un eserlerinde dahi kendine yer bulur. Ve tahmin edileceği gibi üreticisi Mattel’e milyarlarca Dolar kazandırır. Taklitleri dahi kapış-yağma satılmaktadır.

Sonra ‘Hassasiyetler Çağı’na girilir. Barbie de payına düşeni şüphesiz alacaktır. Kimi çevreler Barbie’nin ince ve kıvrımlı formunun çocuklarda yanlış bir beden algısı yarattığı iddiasıyla söylenmeye başlar.

2014 yılında bunu fırsat bilen Nickolay Lamm adlı genç bir girişimci, internetten topladığı fonla Lammily adlı ‘gerçekçi’ bir alternatif piyasaya sürer ve oyuncak tarihinde yeni bir sayfa açar. Lammily sadece ‘insani’ beden ölçülerini kullanmakla kalmaz; tereklekli sandalyede, engelli bebekler dahi üretir.

Bütün bu gelişmeler ışığında yükselen eleştirilere köşeye sıkışan  Mattel, 2016 yılında meşhur formunun yanısıra minyon, balık etli; hatta farklı ten renklerinde Barbie de üreteceklerini açıklamak zorunda kalır. Aynı yıl Barbie’nin en az kendisi kadar sıradışı bedendeki (Ruth Handler’ın kocası Elliot’tan modellendiği söylenen) erkek arkadaşı Ken de ‘çağdaşlaşarak’ kelimenin tam anlamıyla ‘göbeği salar’.

Çocukların beden algısının bir oyuncak tarafından şekillenmesi kadar bedenin bunca ‘mesele’ haline gelmiş olması da düşünülmeye değerdi elbet. Ancak ne yazik ki henüz bu gerçekle kitlesel anlamda yüzleşecek durumda değiliz.

Doğu fikriyatında nefsin hapishanesi; yani ikincil, önemsiz bir ayrıntı olarak kabul edilen beden, Batının hakim mantığında tam tersine ana unsur. Maneviyat, pazarlama adına çok da cazip değil. Beden ise aksine çatlağından kırışığına, tüyünden formuna, giyiminden kuşamına, şeklinden yaşam süresine; özetle doğumdan ölüme kadar sonsuz sayıda  şirket ve ürün adına garantili bir gelir kapısı.

Barbie’nin erkek arkadaşı Ken’e benzeyebilmek adına 14 yılda toplamda 600 bin dolar harcayarak 60’tan fazla estetik ameliyat ve 100’den fazla kozmetik prosedür uygulayan Brezilyalı Rodrigo Alves belki abartılı bir örnek. Ancak Alves’in durumu, kendi dışındakilerin yürüttüğü benzer çabaları da normalleştirmiyor kesinlikle.

Modern çağın en yaygın ibadetlerinden ‘diyet yapma’, dünya ortalamasında yüzde 95 oranında başarısızlıkla sonuçlanıyor. Başaranlar arasında kilosunu koruyabilenlerin oranıysa sadece yüzde 1 (bir).

Bir an için ‘ideal beden’ kavramını ‘ideal görünüş’ diye kabul eden algıyı makul kabul edelim. Tarihteki seyre göz attığımızda, bu konuda bir hayli değişim yaşandığını görüyoruz. Zira  yüzlerce yıl boyu kilolu olmak bugünkü gibi utanılacak bir hal değil; aksine zenginlik, soyluluk göstergesiydi. Tarlada, ahırda, evde efendilerinin her işinin peşinde koşan hizmetli tayfası (kaçınılmaz olarak) kaslı, fit bedenlere sahipti. Hareket etmek ya da bedenen çalışmak zorunda kalmayan ve envai çeşit gıdayla beslenen varlıklı sınıf ise kendini kat kat yağlarıyla, iri bedenleriyle belli ederdi.

Bugünse tam tersine dengesiz ve sağlıksız beslenmeye mahkum alt kesim kendini kilolarıyla belli ederken, varlıklı kesim ‘ketojenik, organik, glutensiz’ diye sonu gelmeyen terimlerle tanımlanan sağlıklı öğünlerle form tutuyor. Hareket edebilmek için üste para verdiği salon ve eğitmenlerin katkılarıyla, şekli koruma adına (nefsiyle) kıyasıya bir savaş içinde.

Bir dönemin varlık sembolü şişmanlık, bugün utanılası bir yüke dönüşmüş durumda.

Ancak bütün bu çabanın başarısızlığa mahkum olduğunu görmek zor değil. Endüstriyel çiftliklerdeki besi hayvanlarından sadece biraz daha fazla hareket imkanı veren çalışma koşullarındaki milyarlarca insan, ucuz, yaygın ve bir o kadar sağlıksız besin zinciriyle başbaşa. Sonuç: bedenler üstünde asla sonu gelmeyecek; kan davasını andıran bir mücadele. Neyse ki ‘body-positve’ gibi akımlar bu kaçınılmaz mağlubiyeti başka bir sektöre tahvil ediyor.

Medya ve Kültür Teorisyeni Neil Postman’ın internet öncesi yıllarda ‘görsellik çağı’ olarak adlandırdığı dönem bugün Instagram ile birlikte altın çağını yaşıyor. Beğeni ve takipçi, bedenin kusursuzluğu ile orantılı. Selfie salgınıyla herkes kendini ‘başkalarının gözünden’ yeniden keşfetti. Dişler beyaz, saçlar gür ve parlak, kalçalar selülitsiz, kollar sarkıtsız, memeler diri, kalçalar dik olmalı. Göbekte baklava dilimlerine, gıdıktan azade bir çeneye ve sivilcelerden, siyah noktalardan arınmış ciltlere ihtiyacımız var. Plastik cerrahların Instagram fenomenlerine dönüşmesi tesadüf değil anlayacağınız. Diş, göz ve burun estetiğine yönelik ameliyatlardaki yükselişi Snapchat ve Instagram kullanıcı sayısındaki artışla örtüştürmek gayet mümkün.

Real Self ve benzeri siteler bu operasyonların kendisini dahi bir sosyal ağa dönüştürmüş durumda. Yüz binlerce kişi bedeninin fotoğraflarını paylaşarak estetik müdahale tavsiyeleri alıyor ve hatta yaptırdıktan sonra öncesine kıyasla nasıl göründüğünü yine ziyaretçi beğenilerine sunuyor.

2013 yılında giyim markası Abercrombie & Fitch’e neden XL bedende kıyafet üretmedikleri sorulduğunda CEO’su net bir cevap vermişti: “Kıyafetlerimizi iyi görünen, güzel insanlar için tasarlıyoruz. Bu yüzden şişmanların giymelerini istemiyoruz*. Bu yıl yeniden mayo üretmeye başlayan Victoria’s Secret’te de durum aynı (Onlara sebebini henüz soran olmadı).

Bedenimiz markalara, akımlara ve sosyal medya takipçilerimize emanet ettiğimiz bir pazaryeri artık. Birisi besleyerek semirtiyor, öbürü aç bırakarak inceltmeye çalışıyor. Birisi katkı maddeleriyle deforme ediyor, öteki kozmetik ürünleri ve ilaçlarıyla tedavi etmek için koşturuyor. Birileri bizi gezen tavukların yaşam alanına bile hasret bırakırken diğerleri doğayla buluşturmak, hareket ettirmek için bir şeyler pazarlıyor.

“Evlerimiz büyürken ailelerimiz küçüldü. Daha çok bilgiliyiz fakat daha zor karar verebiliyoruz. Daha çok uzman ama daha fazla sorunluyuz. Daha fazla tedaviye rağmen daha az sağlıklıyız. Artık pencerelerimizde çok şeyin olduğu ama odamızda hiçbir şeyin olmadığı zamanlardayız”. 14. Dalai Lama yaşadığımız günleri böyle özetliyor.

(Mayıs / 2019 tarihli Tuhaf dergisi yazım.)

Haksız diyebilir misiniz?


Seneler sonra hazırladığım Zihnimin Kıvrımları serisinin bu bağlamdaki “Bedeniyet Medeniyeti” bölümünü de hatırlatmış olayım.


Yorumlar

2 yanıt

  1. melih avatarı
    melih

    Amirim ; Bütün mesele Çocuğunun eline Barbi yerine müzik aleti veya kitap yada örgü şişi ,iğne iplık yada hamur işi verebilen ebeveyn olabilmekte.
    ihtiyaçlarımızın başkalarınca belirlenmesine izin vermeyelim. Aslında onlara ihtiyacımız yok.Faydalı şeylere ihtiyacımız var.
    Ömür boyu neyin faydalı neyin gereksiz olduğunu düşünmeliyiz.Yaşamı sadeleştirmenin ve huzur bulmanın tek yolu bu..Kullandığınız arabada sürekli arıza yapan elektroniklere ihtiyacımız varmı?
    Kızımızın onlarca Barbie bebeğe,20 tane tişörte yada pantolaona yada ayakkabıya. Odanın ortasında duran 4 tane sehpaya yada 220 m2 eve.ihtiyacımız varmı? yada yetmedi çiftlik mi alalım.
    Her sene kaç defa tatile gidelim örneğin.Kaç otele daha borçlanalım. Cep telefonumuzun ne kadarını kullanıyoruz yada ne işe yaradığını bile bilmediğimiz TV fonksiyonlarından kaçını kullanıyoruz. Yada TV kullanıyormuyuz? Oysa fazladan özellikleri için bi dünya para verdik.Yada tufaya geldik..

  2. Eyüb avatarı
    Eyüb

    Biraz fazla dertlenip fazla sızlanıyoruz. Her yeni gelen nesil öncekilere göre daha fazla imkana sahip oluyor. Yeni kazanımlara odaklanmak lazım biraz da.

Görüşlerinizi paylaşın: