At sineğinden yaşam dersleri

Madem yaşamaya geldik dünyaya, bizim de her şeyden hakkımız vardır. İşte bu yüzden bir yanımız her duruma müsait. Ne kadar uyarsa o kadar ister.

Tuhaf.

Olması gereken gibi değil yani. Ama her şeye rağmen, bir şekilde ‘var’. Orada, bir kenarda, sadece yüzünü o yana çevirince ya da eşeleyince ortaya çıkan tarzda da değil üstelik. Bütün o acayipliğine aldırmadan, kendine has bahaneleriyle kuşanmış, adeta vakur bir edayla önümüzde dikiliyor. İlgimizi de çekiyor.

Tuhaf anlayacağınız.

Zihnim böylesi şeylerle dolu bir tuhafiye dükkanı gibi. Ama hangisinden başlayacağımı bilmiyorum. Bir Doğulu esnafım çünkü günün sonunda. Dükkanım var ama vitrinim yok. Frenk tüccarları gibi en kıymetli malı camekanda herkese teşhir etmeyi öğretmemişler bize. Aksine en nadide parçalar içeride. Girsen de bulamazsın. Tezgahın altına sakladım. Sardım sarmaladım. Kıymetini bilecek birileri gelecek ki çıkartayım. Herkese her şey söylenmez, gösterilmez. Himmeti buğdaya yeğleyecek kadar pişmeli önce insan. Dergahın da bir adabı var. Çilesini çekmeden sırrına erişilmez.

Yer, gök, taht, makam hep insan için yaratılmış. Her şeye meylimiz var olmasına ya hepsinin çilesine bir ömür yeter mi? Madem yaşamaya geldik dünyaya, bizim de her şeyden hakkımız vardır. İşte bu yüzden bir yanımız her duruma müsait. Ne kadar uyarsa o kadar ister.

Bugüne dair içimizi kemiren, bizi bize yabancılaştıran tuhaflıkların çoğunun temelinde de bu var işte. Her şey gözümüzün önünde, parmaklarımızın ucunda gibi. Ama değil. Hem her şeyin içindeyiz hem hiç birine ait değiliz. Her yerde gibiyken aslında hiçbir yerdeyiz.

Gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır

Guy Debord

Antik Yunan’da bazılarının düşünmek için çok vakti olmuş. Onlara bu fırsatı verebilmek için çok daha fazlası tarla sürmüş, kılıç kuşanıp savaşmış, ekmek pişirmiş, kölelik etmiş, ter dökmüş. Bu fedakar ikinci gruptan kimsenin adını bilmiyoruz. Ama oturup düşünenlerin neredeyse hepsinin isimlerine aşinayız.

İşte bu bir kısım (nedense hepsi de erkek) düşünmüş “Biz niye varız, neden yaşıyoruz?” diye. Bugün bizim de farklı yöntemlerle aradığımız hayatın anlamını bulmaya çalışmışlar. Sonunda ‘başka hiçbir şeyin sebebi olmayan sebep’ olarak net bir tanıma ulaşmışlar: ‘Mutluluk’.

İyi bir okul, iyi bir iş, iyi bir eş, hayırlı evlat, sıcak bir yuva, bol para, araba; bunlar hep bir sonraki adımın sebebi, gerekçesi. Son durağımız ise mutluluk. Biz mutlu olmak için yaşıyoruz. Geri kalan her şey az buçuk ‘tuhaf’. Bu Antik Yunan’da böyleydi, Mars gezegenindeki muhtemel yaşamımızda da böyle olacak.

Mutluluğa erdem ile ulaşacağımızı öne sürmüş (kendi deyimiyle) ‘Atina’nın At Sineği Socrates’. Erdemin yolu bilgiden geçiyormuş ona göre. Bilgi dediği de ‘kendini bilme’. Hemşehrileri bu erdemden ne kadar nasiplenmiş tartışılır. Onu Tanrılara karşı gelmekle suçlayıp, dinlemeye bile tenezzül etmedikleri tarihi savunmasının ardından ölümle cezalandırmışlar. Antik Yunan köleleri gibi -birkaçı dışında- Socrates’in jürilerinin de adlarını bilmiyoruz. Onlar da bu utançla anılmak istemezdi muhtemelen. Öğrencisi Platon’un mağara duvarındaki gölgeler, hakikatlerden daha tatlı gelmiş olmalı onlara da.

Yaşamın amacını bulmuşuz fakat binlerce yıldır ona ulaşamamışız.

Oysa istatistiklere bakınca mutluluktan çıldırmamız gerek. Bir İngilizin 50 yıllık ömre sahip olma hayali ancak 1900’lü yılların ortasında gerçeğe döndü. Bizim çocuklarımız ise -öngörülere göre- 100. yaşgünü pastalarını sağlık içinde üfleyecek. Bugün dünya genelinde geçmişe kıyasla çok daha az savaşlı, uzun, sağlıklı ve güvenli yaşamlar sürüyoruz. Çalışma hayatında köleliğe denk şartlar istisnaya dönüştü. Çocuk ölümleri tarihte görülmedik seviyelere geriledi. Ortalama kazanç en fakir ülkelerde dahi epey yükselmiş durumda. Eğitim, sağlık hiç olmadığı kadar yaygın. ‘Amansız hastalık’ diye zihnimize yerleşen pek çok illetle gayet etkin mücadele yöntemlerimiz var. Tarih boyu bireylerin teknolojinin nimetlerinden küresel çapta bu kadar faydalandığı bir başka dönem yaşanmadı.

Peki bu ‘ört ki ölem’ ruh halinin sebebi ne ola?

Bugün itibariyle teşhis konulmuş 275 milyon kaygı bozukluğu hastasıyla birlikte yaşıyoruz. Yüzde 62’si kadın. Üstelik bu hastaların dörtte üçü tedavi olmuyor. Londra Üniversitesi’nden André Spicer’a göre salgın hastalık gibi yayılan karamsarlık, aslında bireylerin gelecekteki olası hayal kırıklıklarına karşı kendilerini koruma yöntemi. Şu meşhur ‘ölümü görüp sıtmaya razı olma’ hali anlayacağınız.

Oysa Instagram’da bizden gayrı herkes nasıl da mutlu. Yirmi Story’de bir, ekrandan endorfin siliyoruz. Facebook’ta teyze ve halalarımız direnmesi güç, on binlerce kaloriyle bezeli ikram masaları paylaşıyor. LinkedIN, sekiz adımda kariyerde zirveye yerleşmenin sırrını çözmüş plaza ermişleriyle dolu. Twitter GDO’lu soyayla istismar edilen veganlardan barınaklarda üşüyen köpeklere kadar her derde deva. Youtube adeta bir Bohemistan; hala şaşırabildiğimize şaşıyoruz. WhatsApp gruplarında memleketin kurtuluşu an meselesi.

Görünen o ki şu koca dünyanın mağdur ve mutsuzları sen, ben ve Müge Anlı’nın konuklarından ibaret.

Bu işte bir tuhaflık var.

Bir Guy Debord önsözünde denk gelmiştim. 1960’larda toplumunun yüzeyselleşmesinden dert yanan bir Fransız Gazeteci, Das Kapital ile o gün ortaya çıksaydı Karl Marx’ın televizyonda bir kültür-sanat programında en fazla birkaç dakikalık söyleşide yer alabileceğini, ardından da unutulacağını iddia etmiş.

Oysa ‘yabancılaşma’ kuramıyla tam da bu çağın temel hastalığının teşhisini koyup şifasından bahsedecekken yapacaklardı bunu.

Bugünün göstergelere indirgenmiş yaşamında sırasıyla kendimize, uğraşımıza, hayatımıza ve en sonunda dünyamıza yabancılaştık. Kafası kesik tavuklar gibi koşturuyoruz. Mutluluk taklidi yapmaktan ayakta duracak halimiz kalmadı. Sosyal medya beğenileriyle idare ediyoruz.

Sahip olduklarımızla mutlu olacağımızı sandık ama görünen o ki, olmuyor.

Kazanmayı hayal ettiğimiz okul, yapmaya can attığımız meslek, girmek için mülakatlar aştığımız iş, kalbine girmek için yapmadığımızı bırakmadığımız sevgili, indirimde tam bedenimize uygun olanı bulduğumuz kıyafet, yıl boyu kredi taksidini ödediğimiz o bir haftalık rüya gibi tatil; saman alevi gibi yandı ve söndü.

Ne var ki yılmadık. İflah olmaz bir kumarbazın lanetli sermayesini gözüne perde inmişçesine masaya sürmesi misali, şansımızı bir kez daha deneyeceğiz. Bu sefer çok farklı olacak!

Debord der ki ‘Gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır’. Gösteri toplumunda esas üretim gösterinin kendisidir ve bizzat kendisi için çalışır ve gelişir. Gösteri bizi var olmaktan sahip olmaya indirger. Sahip olmaktansa sahipmiş gibi görünmek dahi anlamlı hale gelir.

İyi de ne yapacağız biz? Dolar’ı tek hamleyle düşürmeye muktedir tarzda ‘ŞAAAK’ diye cevabı yapıştırmak isterdim. Gel gelelim ben küçük meselelerin adamıyım. Aklım öyle şeylere yetmez. Bir kere daha anma pahasına pası Socrates’e atalım. ‘Kendini bil’ demiş mutlu olmak için. Hepsi bu.

İlhama mı ihtiyacın var? Youtube’da ‘Cep Hikayeleri’ diye ilk gününden bu yana takip ettiğim bir kanal var. Zaten yazı uzundu, gözlerin ekran aşermiştir. Aç, izle. Kendini bilmeye yaklaşan insanları tanı.

Sonra kendi hikayeni düşün.

(Şubat / 2019 tarihli Tuhaf dergisi yazım.)


Yorumlar

4 yanıt

  1. Ahmet avatarı
    Ahmet

    Sizi takip etmeye baslamak hayatimdaki güzelliklerden birisi. Bunu bu yazinizla bir kere daha anladim. Fazla söze ne hacet. Sevgiler, saygilar.

  2. Deniz avatarı

    “Her şey gözümüzün önünde, parmaklarımızın ucunda gibi.” tanımı, tam olarak günümüzü anlatıyor. Her şeyi görüyoruz. Parmaklarımız ile dokunuyoruz. Ancak bir o kadar uzağız. Yakınlaşamıyoruz. Evimizden görüyoruz. Yanına gitmeye çalışıyoruz. Gidiyoruz ancak gittikçe uzaklaşıyoruz. Tuhaf!

  3. Sedat avatarı
    Sedat

    Şehre taşınalı 8 yıl olacak ama alışması çok zor geldi. Köyde kimseyi kimseye allandırıp pullandırıp tarif etmeye veya kötü göstermeye hacet yoktur. Herkes herkesi bilir tanır. Herkesin yeri yurdu huyu suyu bellidir. Olduğundan çok görünme kibri veya olduğundan az görünme mütevazılığı beyhudedir. Oysa şehir öyle mi? Şehre taşındığım ve müşahede ettiklerimi içime sindirme aşamasında ferahlama amacıyla trajedik 20 30 kıtalık şiirimsime şu mısralarla başlamıştım.

    Yarı kış yaşanır yarı yaz
    Manyağı bol akıllısı az
    Beklenir hep yolunacak kaz
    Acaba hangı memlekette?

    Tuhaf deyince her bir mısra ve kıtasının yaşanmış öznesi özelimde saklı şiirimsimden şu da çıkmıştı:

    Topuzu kaçırılmış kantar
    Beteri beteriyle tartar
    Tuhaflık her geçen gün artar
    Acaba hangı memlekette?

    Realiteyi kabullenmek zor oldu ama kabullendik eninde sonunda..

  4. İbrahim avatarı
    İbrahim

    Değerli amirim, yazınızın başlığını okuduğum ilk anda aklıma gelen sahiden de gerçek manada bir at sineğinden çıkarımlar yaparak ana konuyu irdeleyecek olmanızı düşünmem oldu, emin olun böyle bir şeye bunun Socrates in lakabı olduğunu öğrendiğim anda ki şaşkınlığım kadar şaşırmazdım, sayenizde bir yaşıma daha girdim. Zihninizin kıvrımlarında dolaşırken kendimi yine iyi hissetim teşekkür ederim.
    Okumayı bitirdiğimde nedense aklıma Orhan Veli nin şu dizeleri geldi ve sizinle de paylaşmak isterim:

    Ağlasam sesimi duyar mısınız,
    Mısralarımda;
    Dokunabilir misiniz,
    Gözyaşlarıma, ellerinizle?
    Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
    Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
    Bu derde düşmeden önce.
    Bir yer var, biliyorum;
    Her şeyi söylemek mümkün;
    Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
    Anlatamıyorum.

Görüşlerinizi paylaşın: