Apartman boşluğundaki tabure

Bir apartmanın loş boşluğunda, cebinde hükümsüz paralarla oturan yalnız ve yaşlı bir adamın öğrettikleri.

Çocukluğum İstanbul’un farklı semtlerinde geçti. Her birinde hala tazeliğini koruyan anılarım var. Ama biri diğer hepsinden biraz daha belirgin.

Sokakta oynayarak büyümüş kuşaklardanım. Arsada ya da bahçede değil; bildiğin sokakta. O zamandan bu zamana tam olarak ne değişti de sokaklar sadece musibetle anılır oldu bilmiyorum. Teknolojik cihazlar mı bizi evlerimize hapsetti, yoksa evlerimizdeki bu gönüllü tutsaklık mı teknolojiyi parlattı; ondan da emin değilim. Fakat her iki hali de yaşayabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.

İlkokula başladığım sene oturduğumuz apartmanın ferah bir girişi vardı. Bunu, dükkan olarak tasarlanan (ancak cam imalat atölyesi olarak kullanılan) giriş katının yüksek tavanına borçluyduk. Ana kapı ile merdiven arasındaki bu loş alanda metal ayaklı, siyah bir tabure dururdu. Üst kat komşumuz -ve sınıf arkadaşım- Volkan’ın dedesine aitti. Biz sabahları uyku sersemi, iyice taşınmaz hale gelen koca çantalarımızla okul yoluna koyulurken, o çoktan yerini almış olurdu. Döndüğümüzde yine orada bulurduk onu. Hiç kımıldamamışçasına. Önlüklerimizden ve haşlanmış yumurta kokan beslenme çantalarımızdan kurtulup kendimizi sokağa atarken de oradaydı, karanlık basmaya yakın dönerken de.

İstisnasız her gün ve her saat orada oturan dede, sanki bu istikrarı bozmamak adına kıyafetini de değiştirmezdi. Siyah kumaş pantolon, beyaz gömlek, siyah yelek ve yine siyah bir ceket.

Ne mevsimler ne de günün vakti onun oradaki varlığını, oturuş şeklini, giyimini ve dünyaya karşı kayıtsızlığını değiştirmedi.

Bizimle bir kelime olsun konuştuğunu hatırlamıyorum. Sonraları Volkan’ın Yugoslav göçmeni olduğunu hatırlayarak Türkçe bilmeme ihtimalini düşünmedim değil. Ama konuşmak bir yana kafasını apartmanın hiçbir özelliği olmayan taş karolarından kaldırdığını dahi görmemiştim.

Bu zayıf, iri kemikli ve gizemli ihtiyar, ne zaman en üst kattaki evlerinden aşağı inip oraya oturduğunu, ne zaman ve nasıl onca katı çıkarak evine döndüğünü, tuvaleti gelince, susayınca ya da acıkınca ne yaptığını; dahası neden kimseyle hiçbir şey konuşmadığını anlayamadan o küçük taburesiyle belleğime kazınmıştı.

Hayatının kimbilir ne kadarını ev ile sokak arasındaki ‘araf’ta oturarak geçiren bu adamla ilgili ‘sıradışı’ bir hatıram var.

Bir gün bakkalımız Kazım Efendi’den bir şeyler alma hevesiyle dededen para istemeye karar verdik. Ben yaklaşmaya cesaret edemedim. Volkan gidip bir şeyler söyledi. Dedesi kafasını hiç kaldırmadan, yüzüne bile bakmadan dinledi ve adeta bir otomat gibi son derece yavaş bir hareketle, kemikli serçe ve yüzük parmaklarını yeleğinin önündeki küçük cebine batırdı. İki koca madeni parayı Volkan’ın avcuna bıraktı. Büyüklüğünden anlamıştım. 2,5 ya da 5 Lira olmalıydı ki, bu bizim için servete denkti. Saniyeler içinde soluğu bakkalda aldık. Bir sürü şey isteyip paraları tahta tezgaha koyduk.

Kazım Efendi’nin bize ve madeni paralara bakışındaki şaşkınlık bugün gibi aklımda. Bu kadar parayı nerden bulduğumuzu merak ediyor sandım. Değilmiş. “Bu para seneler önce tedavülden kalktı.” dedi.

Hiçbir şey ifade etmedi. “Tedavül” de ne ola?

“Geçmez bu para, bırakın aldıklarınızı!” diye azarladı bir de. Volkan’ın apartmana dönüp paraları dedesine sinirle geri verdiğini; onun da aynı parmaklarla, aynı cebe, aynı yavaşlıkla yerleştirdiğini hatırlıyorum.

Anlayacağınız apartmanımızda günlerini metal ayaklı, rahatsız bir taburede, konuşmadan; hatta hareket dahi etmeden geçiren tuhaf bir dedemiz vardı. Cebindeki para dahi seneler önce tedavülden kalkmış. Kimbilir ne zaman, neyin bedeli olarak kazanılmış.

Taburesinin siyah muşambayla kaplı olduğunu ve yüzeyinde oluşan çatlaklarının arasından sararmış süngerlerin adeta bir müjdeymiş gibi taştığını keşfetmem, şaşmaz gibi görünen düzenin bozulmasıyla olmuştu. O gün tabure heykelsiz bir kaide, camsız bir çerçeve gibi bir başına kalmıştı. İçeri sızan güneşin havada uçuşan toz zerrelerini sihirli bir tütsü gibi parlattığı o boşlukta yapayalnız, ezik, çatlak minderiyle öylece duruyordu. Merdivenin ortasında mıhlanmış halde, bir elim trabzanda, uzun süre aşağıdaki manzarayı seyrettiğimi hatırlıyorum.

İhtiyar birazdan bir yerlerden ortaya çıkacaktı ve bu sayede nihayet onun yürüyüşüne, oturuşuna şahit olacaktım. Neden sonra beklemekten sıkılıp sokağa çıkmak için davrandığımda, apartman kapısında ayakkabılarını gördüm.

O gün her şey parçaları dağılmış bir yapboz gibiydi.

Ertesi gün tabure de yok oldu.

Adı neydi acaba?

Doğup büyüdüğüm İstanbul’da acı-tatlı birçok şeye şahit oldum. 24 Haziran 2019 şafağının ilk ışıklarına denk gelen bu yazıda, Sofular Caddesi’ndeki apartmanda geçen o günlerim aklıma geldi. Cebinde hükmü kalmamış parasıyla, hiç kıpırdamadan taburesinde oturan o dedeyi düşündüm.

Sonsuza dek orada oturmaya devam edecek sanırdım. Sonsuz dinlenmeye geçişi ile hiç değişmeyecekmiş gibi görünen şeylerin kırılganlığını; değişiminin hayatın en kaçınılmaz, en korkutucu ve en güzel şeyi olduğunu öğretti bana.

Varlığını da yokluğunu da yaşayabildiğim için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum.

(Temmuz / 2019 tarihli Tuhaf dergisi yazım. Görsel: Canva / Magic Media.)



Yayın Tarihi:

Kategori:


Yorumlar

13 yanıt

  1. Fatih Güneş avatarı

    Benim beslenme çanta klasiğim: Rafadan yumurta yarım ekmek arasına sertçe bastırılarak yayılır, üstüne karabiber serpilip beslenme çantasına konur. 🙂

  2. Avni avatarı
    Avni

    Sanirim Alzheimer hastasiydi.

  3. Mehmet Akdoğan avatarı
    Mehmet Akdoğan

    Kalemine yüreğine sağlık.. keyifle okuduğumuz yazılar çok şey anlatıyor..

  4. melih özçelik avatarı

    Benimde aklıma aynı yıllarda Kadıköyde oturduğumuz dört katlı apartmanın ikinci katına konan bank geldi. Asansör olmayan binada havagazı kokan merdiven boşluğundaki bank. Nerden geldiği ve kimin getirdiği belli değildi ama neden geldiği belliydi. Merdiven çıkan yaşlıların dinlenmesi içindi. Şimdi bu ince düşünceden eser yok. Varsa yoksa mevzuumuz apartman görevlisi Sadık abi.

  5. Sedat avatarı
    Sedat

    Çok güzel ⚘ Qnimasyon filmi gibi zihnimde canlandırarak okudum.

  6. Aziz avatarı
    Aziz

    Radikal gazetesinde ki yazılarınızı da paylaşacak mısınız Serdar amirim 🙂

    1. M. Serdar Kuzuloğlu avatarı

      Radikal gazetesi yazılarını da ilk fırsatta bu bloga eklemeyi düşünüyorum fakat önce geniş bir boş zaman bulmam gerekiyor.

  7. Mesut koca avatarı
    Mesut koca

    Sonsuza dek orada oturmaya devam edecek sanırdım. Sonsuz dinlenmeye geçişi ile hiç değişmeyecekmiş gibi görünen şeylerin kırılganlığını; değişiminin hayatın en kaçınılmaz, en korkutucu ve en güzel şeyi olduğunu öğretti bana dedi ve boş zaman bekledi.

  8. Turan avatarı
    Turan

    Sizi yıllardır severek takip ediyorum. Çok şey öğreniyorum, başarıların daim olsun üstad 👏

  9. Cihan avatarı
    Cihan

    Son derece keyifle okuduğum bir yazı. Her sahnesi gözümde; her duygu yüreğimde çok detaylı bir şekilde canlandı.

  10. emre sayer avatarı
    emre sayer

    samatya da ki çocukluğumun geçtiği ev canlandı gözlerimde

  11. test avatarı
    test

    Ne yaşadıysa ya da neyi başaramadıysa çok önceden hayattan pes etmiş ettirilmiş belli,
    kendi hayatını bitiremeyecek kadar da korkak,
    tam tabir ettiğiniz gibi arafta kalmış,
    hayatının ondan alınmasını bekliyor.
    His garip bir şekilde tanıdık geliyor. Bozuk paralar dedenin sahip olduğu tek şey olarak kalmış olabilir belki. Çocukları kıramayacak kadar naif belkide.
    Anı, hatıra çocukluğunuzda yaşanması açısından ilginç gelip yer etmiş ama büyük ihtimalle bir dram yatıyor altında.
    İlk defa bir yazınız beni üzdü, sanırım benimle alakalı bir durum…

  12. Bora Bilgin avatarı

    Sinematografik bir anlatım, bravo. Ancak amca demans gibi duruyor.

Görüşlerinizi paylaşın: