Belleğimde tazeliğini koruyan 75. yıl kutlamalarını hatırlayınca, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yaşını kuşatan sessizlik bulutunu anlamak da kabullenmek de zor geliyor. Oysa mümkün olan her konuda ayrışan; dahası kutuplaşan toplum adına nadir bir fırsattı. Ne acıdır ki o bile ayrı bir kamplaşma vesilesi oldu.
Bir asra yayılan bu sürecin siyasi, ekonomik, diplomatik; pek çok boyutu var. Bu yazıda kuruluş yıllarının biraz öncesinden başlayıp, yaşadığımız dönemin biraz sonrasına kadarki zaman dilimini teknoloji ve ana akımlar üzerinden özetlemeye çalışacağım.
“Muhafazakarlık” olarak adlandırdığımız kavramın kökeni, hemen her şeyin yeniden şekillendiği 18. yüzyıla dayanıyor. Sınırları epey muğlak. Bazı şeylerin değişmek zorunda olmadığını savunmaktan, hiçbir şeyin değişmemesi için çabalamaya kadar giden geniş bir yelpazeye sahip. “Yeniliğe karşı direnç” şeklinde düşününce insanlık tarihine denk bile sayılabilir.
Fransız devriminde sekülerizme ya da sanayi devriminde makinelere karşı olanların, Osmanlı dönemindeki matbaa karşıtlarından yapısal anlamda farkı yoktu. Onları birbirinden ayıran tarihin akışı oldu. Sekülerizm ve makine karşıtlarının galip gelme ihtimali pekala vardı. Gelselerdi ne olurdu dersiniz? Ya da Fransız Devrimi’nin yansımasıyla Osmanlı’da yürürlüğe giren Tanzimat (düzenleme) ve Islahat (uyum) fermanları ile başlayan anayasal düzen devam edebilseydi?
Osmanlı Devleti’nin işgaline kadar giden süreçte uzun bir gerekçeler listesi var: artan yolsuzluk, lojistik ve iletişim yetersizliği, adaletsiz ve tahsil edilemeyen vergiler, kaynak israfı, sanayileşme ve modernleşmeye yönelik tereddüt, din ve devletin temsiliyet sorunları, eğitim… Pek çok şeyi bu türden “iç sebeplerle” açıklamak mümkün. Ancak aynı dönemde dünyanın yeni harcını karan aydınlanma hareketi, sanayi devrimi, bilimsel gelişmeler, keşifler, sömürgecilikten gelen refah, yeni düşünce akımları, küreselleşme tohumları gibi etkenleri de gözardı etmek mümkün değil.
Meyve veren tohumlar
Cumhuriyetin ilk yılları, Batı toplumlarının bilim ve sanayi ile yeni bir çağı araladığı döneme denk. Üretim odaklı endüstrilere yönelik hammadde temini, ülkelerin kaderini çizen en önemli etken. Dolayısıyla petrol, kömür ve çelik başta olmak üzere madenler ekseninde tam bir köşe kapmaca oynanıyor. Yaratacağı bollukla nüfusu patlatacak “endüstriyel tarım” uç vermeye başlamış. Kaynakların ve üretilen malların akışkanlığını sağlamak adına ülkeler hem ulaşım hem de iletişim ekseninde birbirine bağlanıyor. Girişimciler hem devlet teşvikleri hem de özel yatırımcıların sayesinde özsermayelerinin çok ötesinde hedefler için kolları sıvamış. Uluslararası ticaret, yasalar ve tüzel birlikler eliyle altın çağına girmiş.
Bu süreci bambaşka sorunlarla boğuşarak geçirmiş Osmanlı Devleti’nin mali, zihni ve toplumsal mirasını devralan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları ise koşunun sonuna doğru açılan yarış atı misali, açığı kapatmak adına cüretkar atılımlarla bezeli.
Eşine az rastlanır bir işgalden, yine eşine az rastlanır bir zaferle çıkan genç Türkiye’nin ilk 10 yılında girişimci, yatırımcı ve sermaye açığını kapatmak için kurulan bankalar, bölgesel kaynaklar ışığında hayata geçirilen fabrikalar, lojistik ağını güçlendirmek için kara, hava ve demiryollarına yönelik yatırımlar, tarımın daha verimli ve bereketli hale getirilmesi için mekanizasyon çalışmaları, bölgesel kalkınma planlamaları, yabancı sermayeye yönelik teşvikler, (özellikle ABD merkezli “Büyük Buhran” sonrası) yerli üretime yönelik hamleler, doğal kaynakların envanterinin çıkarılması ve hızla hayata geçen madenler, “tersine” beyin göçü ve (merkezi) eğitim seferberliği gibi adımlar yabana atılır hamleler değil.
Bu çabalar meyvelerini fazlasıyla verir. 1923 – 1938 arası milli gelir üç, ihracat dört, yatırımlar beş kat artar. İşsizlik yüzde 50 oranında geriler. Ortalama büyüme yüzde 7,5 olarak kayda geçer ki, bu o dönemki dünya ortalamasının çok üstündedir.
Yeni çağın yapıtaşları
Yüzüncü yılımıza sirayet eden burukluğun sebebi aynı sayıların güncel karşılığı mıdır bilemiyorum. Ancak “ikinci yüzyıl” için yol haritasını belirlemek için geç kalmış sayılmayız.
Dünyanın harcı bir kere daha karılıyor. Madenler hala belirleyici fakat bir önceki dönemin yıldızı kömür ve petrol artık “fosil yakıt” başlığı altında herkesin yakasını kurtarmak istediği dertlere dönüşmüş halde. Yeni gözdeler uranyum, kobalt, lityum, tantalyum, çinko, alüminyum gibi temiz (karbonsuz) enerji üretiminin hammaddeleri.
Yapay zeka çağı, dünyanın yeni süpergüçlerini tanımlama kapasitesiyle işlemci geliştirme ve üretme kabiliyetini hayati öneme kavuşturdu. İşlemci üretimi için gerekli nadir elementlerin çoğu Çin, Rusya ve Amerika kıtasında. Üretimin neredeyse tamamı Tayvan ve Güney Kore’deki iki fabrikaya bağlı. Tasarım kabiliyeti ise Çin, Güney Kore ve ABD arasındaki yeni bir rekabet alanı. Dolayısıyla mevcut tabloda hiçbir ülkenin bu başlıkta tek başına var olma ihtimali yok. İşlemcilerin üstünde yükselen ve asıl katma değeri yaratan yapay zeka girişimleriyse nispeten daha demokratik bir dağılıma sahip.
Bu donanım ve yazılım birleşiminden beslenen ana rekabet alanlarından birinin “biyoteknoloji” olacağı kesin. Yapay zeka algoritmalarının DNA haritaları, protein dizilimleri ve yeni molekül üretimi gibi başlıklarda sunduğu hizmetler şimdiden yepyeni bir çağın habercisi. Bu sayede yakın gelecekte kanser, diyabet, kalp-damar hastalıkları, Alzheimer ve Parkinson gibi pek çok yaygın hastalığın üstesinden gelinmesi hedefleniyor. Yapay organlar, dokular da cabası.
Hızla artan nüfusun doyurmakta yetersiz kaldığı geleneksel tarımı destekleyen kapalı ve dikey tarım teknolojileri açlığı; maliyeti ve çevresel etkileri hızla düşen deniz suyu arıtma teknolojileri ise susuzluğu giderme peşinde. Binlerce irili-ufaklı girişim, tarımın coğrafya ve iklim ile kadim bağını koparmak için çabalıyor.
Teknolojik mucizelerin yarattığı trilyon dolarlık girişimler, sermaye akışkanlığını artırıyor. Ancak yenilikçiliğin (inovasyonun) muhtaç olduğu hukuk, liyakat (meritokrasi), özgürlükler, ve teşvikler, akıntının yönünü yine (ağırlıkla) batıya doğru çeviriyor.
Yaşlılığı bile hastalık kapsamına sokmaya çalışan tekno-optimistler insan ömrünü 200 yıla çıkarma peşinde. Yine de ben Türkiye Cumhuriyeti’nin 200. yılını göremeyeceğime eminim. İkinci asrımız, birincisine kıyasla çok daha cüretkar atılımlara ihtiyaç duyuyor.
Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.
(27 Ekim 2023 tarihli Oksijen gazetesindeki yazım.)
Görüşlerinizi paylaşın: