Neşet Ertaş’ı yetmişli yıllarda Cem Karaca’nın sürekli dinlediğim 45’lik plaklarından birinde tanıdım. İlk zamanlar benim için eser sahibi olarak plağın üstünde yazan bir isimden ibaretti. Basit, duru sözleriyle adamı can evinden vuruyordu. Cem Karaca’yı da ayrı bir severdim.
Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor
Hiçbir tabip şu yarama merhem olmuyor
Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?
Lafı geçmişken dinleyelim biraz.
Neşet Ertaş ve Cem Karaca’yı her fırsat bulduğumda izlemeye, dinlemeye çalıştım. Tesadüfen Beyaz Show’da denk geldiğim bir performansında Neşet Ertaş çalmaya başladığı türkünün ‘coşkusuyla’ ayağa kalkıp oynamaya başlayan izleyicilere şöyle bir ricada bulunuyordu:
“Arkadaşlar, bu oyun havası değil. Ama oynamak isterseniz oynayın yine de…”
Herkes bu uyarının ardından hafif mahçup, hafif dalgacı bir şekilde (kös kös) yerine oturmuştu. Ne ile eğlenip neyle hüzünlendiğimizi bilemiyor oluşumuz yeterince garip değil mi sizce de?
Kendime dair meziyet olarak nitelendirebileceğim birkaç özellikten biri “meraklı olmak”. Meraklının ilacı soru sormak. Bulana kadar. Ulaştığın yanıtlar yanlış olabilir. Yeniden sormanın sınırı yok. Doğrusunu bulana kadar.
Oysa bu en insani dürtü çoğunluk için köreltilmiş bir yetenek gibidir. Bülent Ortaçgil’in şarkısındaki gibi “insanlar günler boyunca hiç soru sormadan durur“. İnsanı insan yapan merak etmek ve en başta ‘neden?’ demektir oysa.
İyi bir müzik dinleyicisi değilim ama sevdiğim türler, şarkılar, türküler hakkında mutlaka bir şeyler öğrenmeye çalışırım. Mesela senelerce nice ortamın vazgeçilmez “slow” parçası Hotel California‘nın ne garip sözleri olduğunu öğrendiğimde cidden şaşırmıştım. Anlayarak dinleyenin aklına son gelecek şey romantizm olmalı.
And she said “We are all just prisoners here, of our own device”
And in the master’s chambers,
They gathered for the feast
They stab it with their steely knives,
But they just can’t kill the beast.
Yani bazen merak da yetmiyor; dilinden anlamak gerek. Daha da ötesi bazen kendi dilinden bir şeye bile yabancılaşıyor insan. Örneğin yıllarca Arif Şentürk’ün güleç ifadesiyle alkışlar eşliğinde dinlediğimiz “Deryalar” adlı Trakya türküsünü düşünelim. Diyelim ki biz ihmal etmiş, düşünmemişiz; çalan, yorumlayan da düşünmemiş? Bu türküdeki derin hüznü, acıyı nasıl kaçırmışız?
Çıkar aba poturunu,
Dalgalar artacak.
Demedim mi ben sana?
Kayığımız batacak.
Kırcali’yle Arda boylarında
Kimler gidecek?
Garip Yusuf’un annesine
Kim haber verecek?
Bu türkü köyündeki Feride’ye vurulan Yusuf’un hikayesidir. Yusuf sevdiğiyle ailesinin rızasıyla evlenemeyeceğini anlayınca onu tekneye bindirip Arda Nehri üstünden kaçırmaya karar verir. Arda’nın azgın sularını bilen Feride, Yusuf’un kayığına güvenemez; gitmek istemez. Ama Yusuf kararlıdır. Yola çıkarlar. Bir süre sonra Feride’nin kabusu gerçek olur. Kayık su almaya başlar ve batar. Feride kıyıya çıkmayı başarır ancak Yusuf, Arda’nın azgın akıntılarına kapılır ve hayatını kaybeder. Feride köyüne dönerken bu ağıtı yakar.
İşte biz senelerce bu acıyla güldük, eğlendik. Aslında hala da devam ediyoruz (bu türkünün bir “erkek” tarafından meşhur edilmiş olmasına hiç girmiyorum).
Tokat yolları taşlı
Bir başka meşhur hikaye Tokat türküsü “Hey Onbeşli”dir. Detaylarına geçmeden önce ‘geleneksel’ hale gelmiş danslı, hoplamalı, zıplamalı haline bakalım:
Şimdi de gelelim öyküsüne…
Onbeşli türküsü 1. Dünya Savaşı yıllarında Tokat’ın Tahtaova köyünde yaşayan Hüseyin ile Hediye’nin sevdasını anlatır. O yıllarda Osmanlı’da erkek nüfusu o kadar azalmıştır ki artık çocuk yaştakiler dahi Çanakkale, Filistin ve Yemen’de açılan yen cephelere gönderilmek üzere askere alınmaktadır. Sıra 1315 doğumlulara gelmiştir. Elbette buradaki tarih hicri (İslami) takvimi baz alıyor. Bugün kullandığımız miladi takvime göre 1900’lüler. Yani (1. Dünya Savaşı’nın 1914’te başladığını hatırlarsak) daha 14 yaşındalar!
14 yaşındaki evlatlarını yokluk içinde cepheye ölüme gönderen Osmanlı’da sıra Tahtaova köyünden Hüseyin’e gelmiştir. Hediye ile sevdasının hayaline savaş girmiş, her şeyi alt-üst etmiştir. Dönüşte evlenmek üzere sözleşerek cephenin yolunu tutar.
(Hüseyin giderken bilmez; türkümüz de işin o kısmına girmez ama ben yeri gelmişken demiş olayım: Yemen cephesi o yıllarda İngilizler elinden insanlık tarihinin en büyük esir asker kıyımına ve en büyük örtbasına sahne olacaktır. İngiliz komutanlar, kimyasal zehir karıştırdığı kum havuzunda yüzlerini yıkatmak suretiyle 15 bin esir Osmanlı askerini kör olmasına sebep olacaktır. “Seydibeşir Olayı” olarak geçen bu olayın zehirlenme sebebiyle değil, vitaminsizlikten olduğunu savunanlar da var.)
Biz Hediye ile Hüseyin’e dönelim. Aradan 7 yıl geçer. Hüseyin’den ses yoktur. Öldü sandıkları için Hediye’yi zorla köyün zenginlerinden (65 yaşındaki) Emin Efendi’ye gelin verirler. Ama 1 yıl sonra Emin Efendi vefat eder. 8 yıl sonra Hüseyin döndüğünde Hediye yoktur artık.
Şimdi bütün bu bilgiler ışığında tekrar dinleyelim. Tam da olması gerektiği gibi.
Çatal olur efelerin yüreği
USS Blower denizaltısı, 1944 yılında Hawai’deki Pearl Harbor Deniz Üssü’nde hizmete girer. 2. Dünya Savaşı yıllarıdır. Blower, 6 yıl boyu bir dizi askeri operasyon ve tatbikatta görev alır ve 1950’de NATO kapsamında Türk Deniz Kuvvetleri’ne bağışlanmasına karar verilir. ABD’ye giderek denizaltıyı teslim alan Türk ekibi ismini Dumlupınar olarak değiştirir.
Takvimlerin 3 Nisan 1953 tarihini gösterdiği gece Dumlupınar karanlığın içinde (su üstünde) Çanakkale Boğazı’ndan geçmektedir. Anlaşılamayan bir sebepten karşı yönden gelen İsveç yük gemisiyle çarpışır. Çarpma şiddetiyle güvertede bulunan 8 mürettebat denize düşer. İkisini pervaneler parçalar, biri boğulur. Kalan 5 kişiyi kurtarma botu karaya çıkarır.
Ağır hasar alan Dumlupınar ise hemen batar. Öyle hızlı batmıştır ki içindeki 81 kişiden sadece 22’si kıç tarafına sığınarak kurtulmuştur. Dibe oturan denizaltı yukarı şamandıra bırakır. Civardaki balıkçılar bunu görünce donanmaya haber verir. Şamandıra üstündeki telefonla gemiyle temasa geçilir. Astsubay Selami Özben elektriklerin kesik olduğunu rapor eder. Hemen kurtarma çalışmaları başlar. Fakat Boğaz akıntısı o kadar şiddetlidir ki çabalar sonuç vermez. 22 bahriyeli göz göre göre Çanakkale Boğazı’nın dibinde şehit olur (hipoksi yüzünden öldüklerini düşünürsek hiç acı çekmedikleri için de bir nebze avunabiliriz).
‘Ah bir ataş ver’ türküsü dipte bir umut bekleyen 22 denizcinin artık kurtulma ümidi kalmadığını anladıklarında ölümü beklerken içtikleri son sigara eşliğinde söyledikleri türküdür. Yüzeydeki kurtarma ekibinin telefondan dinlediği türkünün ardından ekibin son mesajı duyulur: “vatan sağolsun“.
Bu hikayeyi bilerek dinleyince o türkünün insanın içini eritmemesi, yüreğini dağlamaması mümkün mü?
Şimdi anladık mı neden çatal olurmuş efelerin yüreği?
Güncel bir örneğiyle bitirelim madem: şu aralar enteresan bir formunu dinlediğiniz “İp attım ucu kaldı / Tarakta gucü kaldı / Ben sevdim eller aldı / Yürekte acı kaldı” de gayet hüzünlü, acıklı bir türküdür. Öyle klibindeki gibi kolları açıp şıkıdım şıkıdım hoplayınca garip olabilir.
Ben böyle uzattıkça uzatırım. Hekimoğlu’nu, Dom Dom Kurşunu’nu, Devreli Hasan’ı da anlatırım ama uzun yazılar sevilmiyor artık. O çok sevilen kısa yazılar böyle şeyleri öğretmiyor olsa da.
Ama merak iyidir.
Görüşlerinizi paylaşın: