Kavram olarak birbirine benzese de “kıymet vermek” ile “kıymet biçmek” arasında ciddi bir fark var. İlki, pozitif eksende hürmete kadar gider; diğeriyse nalıncı keseri gibi hep kendine yontar.
Belgesellerden takip ettiğim kadarıyla bazı penguen türleri dişilerini tavlamak uğruna kendince kıymetli gördüğü taşları toplayıp önüne diziyor. Ama kıymetli olduğunu düşündüğü taşları biriktirmek; hatta onları bir yatırım ve takas aracına dönüştürmek kesinlikle insana has.
Bir şeyin kıtlığı, değerinin belirlenmesindeki en önemli etkenlerden. (Üç haneli enflasyon ile yaşayan bir ülkede bunu hatırlatmaya gerek var mıydı, bilemiyorum) Örneğin kendine has nice özelliği bir yana; tarihin her döneminde “kıymetli maden” olarak anılan “altın”, bu unvanını kısıtlı olmasına borçlu. Dünya Altın Konseyi’nin verilerine göre şu güne dek çıkarılan altınların toplamı 205 bin 238 ton. Yani dünyadaki mevcut bütün altınları 22 x 22 metrelik bir kutuya sığdırmak mümkün. Yarısını mücevherat olarak değerlendirdiğimiz bu kaynaktan toprak altında 53 bin ton kadar daha bulunduğu sanılıyor.
Bir mukayese yapalım; Birleşmiş Milletler Gıda Görünümü Raporu’na göre Türkiye’nin yıllık buğday ithalatı ortalama 9,5 milyon ton civarında. Gramaja dayalı karşılaştırmaya gerek var mı bilemiyorum. Peki hayatta kalabilmek adına en temel kaynaklardan birine kıyasla onsuz da pekala yapabileceğimiz bir maden nasıl böylesine kıymetli olabiliyor? Bu sorunun felsefi ve ekonomik açılımı hayli uzun ve bu yazının konusu değil. Ancak size bir “muhabbet akçesi” olsun diye araya sıkıştırayım: Onun “Altın Standardı” kavramıyla hemen her kıymetin belirleyicisi haline gelmesi (Sir) Isaac Newton’ın 1717 yılında İngiliz Darphanesi’ni yönetirken hayata geçirdiği bir “kurgu” ile gerçekleşir.
Kıtlığın yarattığı iştah
Kıt kaynakların cazibesi insanın kıymetlendirme psikolojisinin temelini oluşturur. Öyle ki marjinal maliyeti sıfıra yakın dijital değerleri dahi kısıtlı hale getirmek için çabalarız. Örneğin finans odaklarına ve para sistemine bir alternatif olarak geliştirilen Bitcoin dahi, yazılımının kurgusuyla sadece 21 milyon adet üretilebilecek şekilde programlanmıştır. Dahası, kıtlığı sanal olarak yaratabilmek adına yine kodu gereği üretilen her yeni Bitcoin, bir sonrakini daha zor üretilir hale getirir.
Sayılarla anlatmaya çalışayım. 10 yıldır üretilebilen Bitcoin sayısı 19 milyonun biraz üzerinde. Ancak kalan yaklaşık 2 milyon adedin üretilmesi için (kuantum bilgisayarlar sahneye çıkıp bütün düzeni altüst etmediği takdirde) 120 yıla ihtiyaç olduğu hesaplanıyor. Özetle, kıt olduktan sonra elektronik varlıklar dahi kıymete binebiliyor. (NFT çılgınlığı da bundan beslenmedi mi?)
Kıtlığın tetiklediği en doğal insan refleksiyse “açlık”. Kıt olan her şeye iştahımız kabarıyor. Nazım Hikmet’in “En Mühim Mesele” şiirindeki gibi:
Toprak doyurası gözleri doymuyor.
Çok çok para kazanmak istiyorlar;
Öldürmemiz, ölmemiz lazım geliyor
çok çok para kazanmaları için.
İnsanın doymak bilmez iştahına şifa bulan olmamış fakat birileri “emtiaya” yönelik olana ölmeden ve öldürmeden çözüm bulmak adına çabalıyor. 1970’lere kadar bilim-kurgu fantezileri arasında yer alan “uzay madenciliği” kıyas götürmez, muazzam potansiyeliyle hem devletlerin hem de girişimcilerin ağzının suyunu akıtıyor. Uzayın sonsuz derinliğinde hoyratça salınan göktaşları, kementin boynuna dolanmasını bekleyen başıboş avlara benziyor.
En büyük sorun mevcut teknolojinin sınırları. Şu ana kadar bir göktaşından Dünya’ya getirilebilen toplam maden miktarı 1 gramdan az. Japonların 300 milyon dolar harcadığı “Hayabusa” projesiyle gerçekleşen ilk “uzay hasadı” sadece 1 miligramdan ibaretti. Ancak bu kimseyi yıldırmadı; zira 1997’de keşfedilen 1,6 km çapındaki göktaşında dahi 20 trilyon dolarlık değerli metal gözlemlenmişti.
Asıl madene doğru
Bu alandaki en hummalı çalışma, uzay ve altın konusundaki iştahıyla meşhur ABD’de yürütülüyor. NASA’nın gözünü diktiği hedef ise İtalyan Astronom Annibale de Gasparis’in 1852’de keşfettiği “16 Psyche” adlı göktaşı. 220 kilometre çaplı bir patatesi andıran bu cismin Güneş Sistemi’nin oluşumu sırasında tamamlanması yarım kalan bir gezegen çekirdeği olduğu düşünülüyor. Dünya’nın (çekirdeğinin) oluşumuna yönelik ipuçları barındırması sebebiyle NASA’nın bu göktaşıyla ilgilenmesi şaşırtıcı değil. Fakat esas motivasyon (sanıyorum) başka. Çünkü bu taş parçası, dünyamızın toplam ekonomisinin 70 BİN katı değerinde kıymetli maden barındırıyor. Çoğunluğu demir ve nikelden oluşan 16 Psyche’nin sadece demir yatağı dahi 10 “kuntilyon” dolara karşılık geliyor! (Ardında 18 tane sıfır olan 10 sayısı ve sonunda dolar işareti.)
NASA’nın bu akılalmaz servetin peşine düşecek avcısı yine “Psyche” adını taşıyan ve Güneş enerjisini özel yakıtını ateşlemek için kullanan, 3 x 2,5 metre boyutunda bir araç. 985 milyon dolarlık bütçesi, potansiyelini düşününce devede kulak bile etmiyor. Ancak önünde kazasız-belasız atlatması gereken 450 milyon kilometrelik bir yol var. Bir aksilik olmazsa önümüzdeki Ekim ayında SpaceX’in roketiyle uzaya açılıp 2026 yılında Mars’a varacak. Kızıl Gezegen’de 21 ay konaklayacak ve yörünge uygun hale geldiğinde göktaşına doğru ilerlemeye başlayacak. Bu aşamaların hepsi başarıyla tamamlanırsa 2029 yılının Ağustos ayında dünyadaki emtia borsalarını epey karışık günler bekliyor olacak.
Malum; altın denen maden de esasen Dünya’ya ait değil. Yaklaşık 4 milyar yıl önce patlayan yıldızlardan savrulan tozların gezegenimize serpilen kalıntıları. Fakat artık “gerçek madene” yaklaşıyoruz.Yeni ve daha kıt bir kaynak bulmamız gerek.
(4 Şubat 2023 tarihli Oksijen gazetesi yazım.)
Görüşlerinizi paylaşın: