Çocukluğumda Vatikan’a dair çok şey okudum. Bu okumalarda bilimle kıyasıya mücadele edilen dönemde sanatla kurulan yakın ilişki hep dikkatimi çekmişti. Bu çelişkinin merkez üssü olan Katolik cephenin başkenti Vatikan’ın sahip olduğu paha biçilmez sanat hazinesi de doğal olarak odak noktalarımdan biri haline geldi.
İçlerinde iki örnek ise benim için hep başka bir konumda oldu: Davud heykeli ve Sistine Şapeli.
Ve elbette her ikisini de hayata geçiren Michelangelo Buonarroti.
Bu iki eseri görebilmek, incelemek yıllarca en büyük hayallerimden biri oldu. Gördüğüm anın heyecanını kimseyle paylaşamayacağım için üzüleceğimi asla tahmin edemezdim ama.
Beni neden bu kadar etkilediğini anlatabilmem için bu eserlerden de ‘biraz’ bahsetmem gerek. Umarım başarabilirim.
Michelangelo 1475 yılında doğar. Dünya tarihinin en önemli ‘çok yönlü sanatçılarıyla’ çağdaştır. Rönesans döneminde birçok eseriyle tanınan Leonardo da Vinci ve popüler kültüre onun kadar yerleşememiş bir başka deha Raffaello Santi o dönemdeki rakiplerine sadece birkaç örnek.
Henüz 26 yaşındayken 5,17 metrelik Davud heykelini hiç yardım almadan 3 yılda bitirir (3 yıl geceli gündüzlü bir mermer blokla hayatını geçiren bir insanın azim, hırs ve inancını gözünüzün önüne getirin).
Küçük bir bilgi kırıntısı daha iliştireyim; Davud, İsrail Krallığı’nın ikinci kralıdır. Filistinlilere karşı İsraillilerin safını güçlendiren Calut (Goliath) zaferine imza atan, sonradan Süleyman’ın inşa edeceği meşhur mabedin fikir babası ve Kur’an’da da yazdığı gibi kutsal kitaplardan Zebur’un indirildiği peygamber odur.
Bu heykelin neden önemli olduğunu İngilizce bilenler Wikipedia’daki makalesinden okuyabilir. Türkçesi pek tatminkar değil ne yazık ki.
Bu kadar bilgiden sonra belki benim neden bu kadar hasretle bu iki eseri görmek için beklediğimi de anlayabilirsiniz.
Davud heykeli bir yana; Sistine Şapeli apayrı bir detay dehlizi.
Hristiyan kültürüne yabancı olanlar için kısa bir bilgi olsun; ‘şapel’ okul, vakıf gibi bir kuruma bağlı olabileceği gibi bağımsız da hizmet verebilen küçük ibadet yerlerine verilen isim. Müslümanlıktaki mescid gibi de düşünülebilir.
Vatikan’ın içinde bulunan Sistine Şapeli, Eski Ahid’de bahsi geçen ve Babiller tarafından yerle bir edilen Süleyman’ın Mabedi esas alınarak İtalyan mimar Baccio Pontelli tarafından inşa edilir. Fikir ve ismin babası 1477-1480 arasında görev alan Papa 4. Sixtus’tur. Sistine Şapeli’nin önemi Papa’nın Kardinaller Meclisi gibi en önemli ve gizli toplantılarını, ayinlerini yaptığı mekan olmasıdır. Normalde müze kapsamında halka açıktır. Bu tip özel durumlarda (tahmin edeceğiniz gibi) kapatılır.
Gelelim şapelin fresklerine.
Dönemin Papa’sı 2. Julius, Sistine Şapeli’nin duvar ve tavan fresklerini yapma görevini Michelangelo’ya verir. Ancak yukarda da değindiğim gibi Michelangelo aslen ressam değil heykeltraştır.
Hatta iddia edilir ki Leonardo da Vinci, içten içe Papa’nın bu işi Michelangelo’ya teklif etmesini destekler. Çünkü hesabına göre Michelangelo heykeltraş olduğu için teklifi reddedecek ve ihale kendine kalacaktır. Hesaba katmadığı şey, Papa’nın despot kişiliği ve karşısındakine reddetme fırsatı vermeyen yapısıdır. Bunu bizzat yaşayarak gören Michelangelo teklifi çaresiz kabul edip çalışmaya başlar.
Tam o sırada Fransızlarla başlayan savaşa yoğunlaşan Papa’nın meşguliyetini ve uzakta olmasını fırsat bilen Michelangelo heykel yapmak için Roma’ya döner. Ancak Papa’nın zaferiyle sonuçlanan savaşın ardından ‘mecburi hizmete’ çağrılır yine.
Papa’nın istediği İsa’nın 12 havarisini tasvir eden büyük boyutlu bir fresktir. Ama o bu temayı da içeren daha büyük bir bütün teklif eder. Sonunda Papa’dan ‘kafasına göre takılma’ iznini koparır ve çalışmaya başlar. İlk işi Eski Ahit’i yeniden ve defalarca okuyarak anlatılan olayları zihninde resmetmek olur.
Uygulamaya geçmeden önce Michelangelo uzun bir planlama dönemi geçirir. En önemli konu dev yapının tavanının ‘nasıl boyanacağıdır’. Bunun için kendi geliştirdiği özel bir iskele sistemini kullanır. 1508 ile 1512 arasındaki 4 seneyi tavandaki deliklere asılı yatay pozisyonda dünyanın en önemli sanat eserlerinden birini ortaya çıkarmak için yatay pozisyonda geçirecektir.
Kullanması gereken 40 metre uzunlukta ve 14 metre genişlikteki yüzey o zamana kadarkilerden çok farklı teknikler gerektirdiğinden hem askı hem de boyama formülleri açısından bu süreçte birçok ilki de tekniğe kazandırır.
Şapelin tavan kısmı Türkçeye Tekvin ya da Yaradılış olarak çevrilen İncil’in Genesis bölümünden tasvirler içerir. Bunlar arasında en heybetli ve popüleri eminim sizin de gözünüze aşina gelecek Tanrı’nın Adem’i yaratma sahnesidir.
Kompozisyonun devamında Tanrı’nın İncil’de geçtiği şekilde evreni 6 günde yaratıp 7. gün dinlenmesi inanılmaz detaylar ve ışık oyunlarıyla işlenir.
Adem ve Havva’nın Cennet’ten kovuluş kesiti de incelemeye değer
Büyük tufan öncesi Nuh’un gemisine yönelik hazırlıkları da işlenen konular arasındadır.
Tavana takılıp kaldığıma bakmayın; şapelin duvarları da ayrı bir konudur. Özellikle ana cephede bulunan ve kıyamet gününü tasvir eden fresk ayrıntıları, renkleri ve canlılığıyla gören hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir şaheser.
Bu dev yapı boynunuzu ağrıtana kadar ağzınız açık bakakalacağınız başlı başına bir sanat eseridir. İlginizi çektiyse detayları Wiki sayfasında incelemenizi salık veririm. Vatikan’ın 3 boyutlu olarak içinde dolaşabileceğiniz bir sayfası da var (şahsen ziyaret ettiğinizde kalabalıktan bu sayfadaki huzuru asla bulamayacaksınız). Benim için senelerce kitaplardan, dev posterlerden kesitlerini incelediğim ve ne denli emeğin, özverinin harcandığını bildiğim bu yapıyı gözlerimle görmek gerçekten eşsiz bir tecrübe olmuştu.
Sanabilirsiniz ki derdim size Michelangelo ve eserlerini tanıtmaktı. Değil. Ama tanıdığınız için memnun oldum.
Esas derdimi çok kısaca anlatacağım:
Bu inanılmaz sanat eserlerini ortaya çıkaran Vatikan’ın gelir kaynağı kiliselerin Hristiyanların günahlarını Tanrı adına para karşılığı affederken elde ettikleri, bağışlar ve vergilerdi. Aynı dönemde halk ise açlık ve hastalıktan kırılıyordu. Katolik kiliseleriyse dinin heybeti ve ihtişamını temsil etme dürtüsüyle refah mabedlerini andırıyordu.
O yıllarda günahların para karşılığı affedilmesine ve rahiplerin evlenmemesine şiddetle karşı çıkan, halkın anlaması için Latince dışında ilk defa çeviri İncil’i yayınlayan Alman din adamı Martin Luther’ın isyanını tetikleyen fitili ateşleyen şeyin böyle ihtişamlı bir kilise ziyareti olduğu söylenir. (Bu rivayete konu olan kiliseyi de gezme fırsatı bulmuştum)
Bu kadar lafın, bilginin ardından soracağım şey şu; din adına topladığı paraları o dine inanan (ve paraya gerçekten muhtaç olan) cemaatiyle paylaşmak, dağıtmak yerine kendinde toplayan Vatikan’ı sanata kazandırdıklarıyla affedebilir miyiz? Peki Katolik cephede aynı düzenin devam ettiği bugünkü durumu neye dayanarak mazur görebiliriz?
Sanat sanat için midir, halk için midir sorusunun bir başka yansıması diyelim.
Görüşlerinizi paylaşın: