Beyoğlu’na kitapçı değil, kafe lazım

Bir şehre kimliğini kazandıran şeyler üstünde yaşayanların sahiplendiği oranda varlığını anlamlı kılabilir. İçimizi acıtan durumların sebebi de bu biraz.

Blogda bir şey yazmanın birçok zorluğu var. En başta -bir türlü beceremediğim- kısa olma mecburiyeti. Okuma ve öğrenme alışkanlığını Twitter’ın sırtına yüklemişlerin dikkatini çekecek kadar ilginç, bıktırmayacak kadar kısa olmalı. Ama yazı, bilgi böyle bir şey değil be kardeşim! 10 adımda başarı sırrına ulaşma, 5 günde şok zayıflama, 140 karakterde dert anlatma devrinde kolay olmadığını biliyorum ama merak etmek, bilmek, öğrenmek emek, zahmet, zaman istiyor.

limooonn

Çetin Altan’ın ‘Limonata ve rafadan yumurta‘ başlıklı olağanüstü bir yazısı var. Şöyle başlıyor:

Yaşamında hiç limonata içmemiş biri, limonatayı çok pahalı bir serinletici sanabilir. Oysa çok ucuz bir serinleticidir. Bir bardak suya bir çorba kaşığı toz şekeri döküp, iyice karıştırdıktan sonra, üstüne doğru dürüst sıkılıp çay süzgecinden geçirilmiş, yarım limon suyu eklersin… Ve hepsini karıştırırsın.

Yazının devamıysa resmen bir hayat dersine dönüşüyor. Hayatıma yön veren metinlerden biri olmuştur. Tıklayıp okuduğunuz ümidiyle sonunu bir kere daha paylaşacağım.

Yaşam sevgisi bir kültürdür. Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi…
Bu sevgi ya vardır, ya yoktur.
Böyle bir sevgi pekişmemişse; orada insanlar, ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı bir aşka, ne keyifli bir yücelmeye fazla kulaç atamazlar…
Kafası yarım kesik bir horoz gibi, çırpınır, bunalır, önüne geleni suçlar; ne istediğini, ne aradığını, daha doğrusu ne halt edeceğini bir türlü tam kestiremez ve kendilerini de, canım yaşamı da ziyan zebil ede ede, sönüp giderler.
Yaşam sevgisi; enerjinin, yaşam zevkini kuşaklar boyu ortaklaşa yoğurmasından oluşur.
Enerji yoksa orada sadece kurnazlık vardır. Kurnazlık da, yaşam sevgisiyle yaşam zevkinin en amansız celladıdır.

Sıradan şeylere olduğu kadar sıradışı, kenarda-kıyıda kalmış şeylere de ilgim oldu. Hatta çok fazla kişi tarafından ilgi duyulan şeylerden uzak durmaya çalıştım. O kadar kullanılmış, örselenmiş, üstüne konuşulup-söylenmiş şeylerde bana dair keşfedilecek, bana özel sahiplenecek bir şey kalmadığını düşündüm hep.

Ama bunun bir bedeli vardı. Azınlık olmanın kırılganlığı, güçsüzlüğü, temelsizliği, gözardı edilebilirliği… 2009 yılında bir İsveç seyahati ardından bu blogda bir şeyler yazmış ve benzer konulardan dem vurmuştum.

Bizde çizgi-roman satmaz, alternatif dergiler yaşamaz, farklı mekanlar ayakta kalamaz. Özel zevkler her zaman inanılmaz bütçeler ayırmanız gereken şeylerdir.

Geçen zamanın ardından beklenen anlamda bir değişiklik yok elbet. Bu meseleyi aklıma yeniden düşüren son günlerdeki Beyoğlu kitapçıları haberleri oldu.

Tarlabaşı’nın kentsel dönüşüm sürecinin başındaydı sanıyorum; Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ile bir yemekte sohbet ediyorduk. Bugün dahi aklımda kalan tek cümlesi şu olmuştu: “Beyoğlu Türkiye’nin en önemli turistik bölgelerinden. Bir çekim merkezi. Ama bu ilgi ve çok uluslu firmalar yüzünden kiralar sürekli yükseliyor. Burası hızla kafelerin, barların, tekstil mağazalarının işgaline uğruyor. Öyle yüksek kiralar veriyorlar ki mevcut dükkanların rekabet etmesi mümkün değil. Oysa buradaki dokuyu terzisiyle, sahafıyla, kitapçısıyla, börekçisiyle, esnaf lokantasıyla, kunduracısıyla, insanıyla korumalıyız. Yoksa Beyoğlu biter”.

Niyet ile akıbet

Bir Belediye Başkanı bunu sağlamak için ne yapabilirdi ya da devamında ne yaptı bilemiyorum. Ama Gezi Parkı olaylarındaki esnaf protestoları sayesinde öğrendik ki bölgede kiralar aylık 50 bin lira seviyesinde dolanıyor. Bizzat Demircan’ın yürüttüğü Tarlabaşı’nın kentsel dönüşüm kapsamında rezidanslarla doldurulma projesi bittiğinde daha da yükselecektir mutlaka (tanımlarında bile Tarlabaşı’nın o bilindik dokusundan eser yok zira. Yitip giden, köksüzleşen koca bir anı grubu daha).

Kimbilir her gün oralarda kaç dükkan kepengini bir daha kaldırmamak üzere indiriyor bilinmez ama doğal olarak Devlet SahnesiMaksim GazinosuMarkiz Pastanesi, Rejans LokantasıEmek Sineması, İnci Pastanesi gibi bölgenin ikonik sembolleri onlardan daha fazla ses getiriyor. Topun ucuna son yerleşenler Robinson Crusoe kitabevi ve  93 yıllık sahaf / müzayede Librairie de Péra.

İstanbulluların bile çoğu bilmez belki (sonuçta bu şehirde denizi bile görememiş milyonlarca insan yaşıyor) Robinson Crusoe açıldığında İstiklal Caddesi uzamıştı. O zamanlar tekinsiz olduğu için karanlık çöktüğünde Galatasaray Lisesi önünde son bulan İstiklal Caddesi turlamaları o sihirli dükkan sayesinde Tünel’e kadar devam eder hale gelmişti. Bugünkü dev kitabevlerinin yanında şimdi küçücük kalmasına rağmen Türkiye’nin dünya standartlarındaki ilk kitapçısıydı bence (Sonradan öğrendim ki mimarı Han Tümertekin’miş. Sürpriz yokmuş).

l

Robinson Crusoe bugün kapanma tehlikesiyle karşı karşıya. Kitap satamadığından değil; istenen kiraya yetişemediği için. O çıktığında çok daha fazla kazanıp ve çok daha fazla kar edecek ve yüksek kiraler verebilecekler sırada bekliyor. Kapitalizmin doğal akışı bu. İstisnası yok. Ama sahipleri yine de bir umutla tutunabilmek için çabalıyor. Birçok yazar ve kitapsever de destek veriyor. Açıkçası Twitter’dan haberdar olana dek böyle bir kriz içinde olduklarını bilmiyordum bile.

93 yıllık Librairie de Péra’nın öyküsü de farklı değil. Binanın sahibi Vakıflar Genel Müdürlüğü dükkanın işletim hakkını ihaleyle yeni birine devretmiş. O da çıkmasını istiyormuş. 800 lira kira verdiği dükkanda kalmanın ilk şartı kirayı 8 bin liraya çıkartması. 8 bin lira kira ödeyebilen eski kitap dükkanlarının olduğu bir ülke var mı sizce?

Yaşam sevgisinin dönüşümü

Kitaplara olan takıntı derecesinde tutkum malum. Bu saydığım mekanların hayatımdaki yeri çoğunuzdan fazla. Ama şimdi başa; Çetin Altan’ın limonatasına dönelim. Bu dükkanlar kapanıyorsa bizim dönüşümümüz yüzünden. Aldığımız kartlarla, yaptığımız bağışlarla onları ne yazık ki kurtaramayacağız. Kitap okunmak için alınır. Eğer okursan onları satan kitapçılar da ayakta kalır. Okumazsan kapanır.

Okumayacağınız kitapları alarak ayakta tutacağınız kitapçıların ömrü sandığınızdan çok daha kısa olur. Gitmediğiniz sinemalar, yemediğiniz tatlılar, izlemediğiniz tiyatrolar gibi. Beyoğlu’nda tabak ortalamasına 40 lira çeken restoranlar yayılırken, ardı arkasına ciks mekanlar açılırken yanıbaşındaki bu değerlerin ayakta kalacağına sahiden inanmış mıydınız?

Değişiyoruz. Bu yüzden değerlerimiz, önceliklerimiz, beklentilerimiz de değişiyor. Ama o meşhur hikayede olduğu gibi vicdanımız elvermediği için dönüp sebep olduğumuz şeyleri son bir umut korumaya çabalıyoruz. Vicdani müzelerimiz, dilek taşlarımız gibi ayakta kalsınlar istiyoruz. Fıtratımızın kurbanlarıyız.

Başladığımız alıntıyla bitirelim:

Yaşam sevgisi bir kültürdür. Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi…
Bu sevgi ya vardır, ya yoktur.

Haydi şimdi işlerimize geri dönelim.

Yorumlar

17 yanıt

  1. Nostaljik avatarı
    Nostaljik

    yüreğine sağlık:) çok doğru tespitler. fıtratımızın kurbanlarıyız. bu yokedici dönüşümün karşısında duran ya da durduğunu sananlar bile hızla dönüşüyoruz. maddi, manevi çabalar yetersiz kalıyor. gülüyoruz hala ağlanacak halimize. egemen güçler, kapitalizm, çoğunluk despotizmi, paranın gücü, iktidar hırsı, adını ne koyarsan koy, bütün dünyada değerleri silip süpürüyor ve yeniden tanımlıyor. Ve biz hep bir adım arkadayız:(

  2. Nedim avatarı

    Demekki.. Klasik ahh, vah, biz eskiden eskiden – su içerdik testiden, twitterdan yardım.. gibi eylemlerle, yazılarla bitmiyor bu talanlar.. arsızlıklar ! Bu yüzden daha radikal ve somut işler yapmak zamanı gelmiş.
    Yerel yöneticileride aştığına göre bu talanın boyutu ?? Bizim çözüm yöntemimizde; daha da yüksek boyuttan olmalı.

  3. Can Aydoğan avatarı

    Bence yaşam sevgisine yeterince sahip olamayışımızın sebebi; acemilik. Belki iki ayrı ömrümüz olsa. İlkini hoyratca anlamadan harcasak ve elimizde kalan tecrübe ile ikinci ve son yaşamamıza başlasak. İkinci olan çok daha güzel olurdu.

  4. Adsiz avatarı
    Adsiz

    Herkesin köylü kurnazı olduğu bugünlere nasıl geldiğimiz, aslına akademik bir araştırma konusu.

  5. zeynepbilgi avatarı

    Çooook üzücü… Tek çare, online kitap satışı yapması veya bir cafe ile entegre olması… Keşke olduğu gibi kalabilse ancak olmuyor. Neyse ki, SALT’Ların içinde yaşamaya devam etme şansı var.

  6. Deniz avatarı
    Deniz

    Serdar Bey,
    Robinson kitapevinin mimari oldugu gibi ne yazik ki! ayni zamanda o korkunc, kimliksiz! tarlabasi projesinin de mimaridir sayin Han Tumertekin, ki yaptigi isleri genelde begenirim. Bu arada kendisi Tarlabasi projesinin sahibi firma icin yine kimliksiz baska projeler de gerceklestirmistir. Han Bey gibi Turkiye’nin iyi oldugu iddia edilen mimarlarindan hic birinin ben ozelde Istanbul’un genelde butun Turkiye’nin yasamakta oldugu tarih, kimlik, mimari yikimlar hakkinda tek kelime etmemis, bir manifesto yayimlamamis olmalarina bir meslektaslari olarak cok uzulmustum. Ama kapitalizm demistik di mi?

    Sevgiler

    1. MserdarK avatarı

      Doğrusunu söylemek gerekirse Tarlabaşı projesiyle Tümertekin’in ilişkisini bilmiyordum. Ama yine de bu kendisinin Robinson Cruseo tasarımındaki başarısını gölgelemez. Her şeyi kendi içinde değerlendirmekte fayda var. Elimi vicdanıma koyduğumda Tarlabaşı projesi de çirkin değil asla. Çirkin olan tarafı dayatılış şekli, uygulama yöntemi ve yarattığı dev mağduriyet.

      Ve evet, kapitalizm böyle bir şey işte. Hepimiz nasipleniyoruz ucundan, kıyısından.

      1. Deniz avatarı
        Deniz

        Ben de golgeledigini ima etmemistim, sadece kendisi ve benzeri pozisyonda bulunan Turk mimarlarin ulkenin ana gundem maddesi hakkinda edecek tek laflarinin olmamasini elestirmis hatta bu sistemin parcasi olmalarina hayret ettigimi belirtmistim. Tarlabasi projesi ise uzun bir konu ama kisaca ne dogru duzgun bir restorasyon projesidir ne de bolgenin kimligini, geleneksel mimariyi yansitan hadi bunlar da olmadi dogru duzgun cagdas bir mimari ornegidir. Cam giydirme cephe ve iki ahsap kaplama/hareketlilik ile kotarilmaya calisilmis bir projedir. Tabii Turkiye’nin “star mimarlarindan” kaci musteriyi, yerel yonetimleri ikna etme sabrini, becerisini gosterebilir o da ayri bir konu. Her neyse aslinda bu yaziniz, bir onceki yazinizin devami gibi. Bizim anilarimiza ait hic bir yer kalmadi bu ulkede, cocuklugumuzda kostugum sokaklar, merdiveninden kayarak indigim evlerin hic biri yok. Robinson kitabevini acildigi ilk zamanlari hatirliyorum, ogrenciydim ve buyuk bir hayranlikla gezmistim. Hala da gelen yabanci misafirlerime gostermekten zevk duydugum bir mimari ornektir. Ama burayi da es gececegiz demek ki.

        Sevgiler

  7. eskici avatarı
    eskici

    geçen hafta içinde robinson’a gittim. tavsiyeler üzerine alacağım kitabı gideyim ordan alayım, destek olayım diye.15- 20 lirayı gözden çıkarmıştım ancak 29 lira olduğunu görünce almadım -alamadım- bunun robinson’la bir ilgisi yok.”ulan 9 lira daha verip alaydın bunun muhabbetini mi yapıyorsun?” diyebilirsiniz pek tabi orası size kalmış.orta sınıf bir ailenin öğrenci çocuğu olarak, aradaki 9 liralık fark hayatımdaki domino taşı gibi. bunu herkes anlamaz arkadaş! o 9 lira ile biraz gerideki hazzo pulo’da çay içip insan içine karışıyorum,dünyayla insanlarla barışıyorum. o 9 lirayı alacağım kitaba verdiğimde hayatımdan çalışıyorum.düzenimi bozmuş oluyorum. aynı kitabın korsanı beşiktaş’ta 10 liraymış pazarlık falan 8 desek diye geçiyorum kafamdan.sonra korsanla mücadele için kampanya hazırladığım, film çektiğim geliyor aklıma. sektir et deyip kadıköy’e ikinci el kitap aldığım pasaja gidiyorum severek okuduğum <3 CAN yayınlarının kitaplarını bile 5 liraya alıyorum oh mis.herkesi ikinci el kitap almaya,kütüphane oluşturmayanları da elindeki kitapları satmaya veya bağışlamaya davet ediyorum. kalemine sağlık abi yazıyı bir çırpıda okudum.unutmadan şu kitaplar ucuzlasın be abi. bi el at lütfen.

  8. […] okumak, dinlemek, izlemek zorundasınız. Zayıflama planıyla spor salonuna yazılmak misali vicdan rahatlatma adına kitap almak da yetmiyor. Okumadan olmuyor. Web sitesinden, blogdan, dergiden, kitaptan, video sitesinden; fark […]

  9. bluebluesband avatarı

    Abi ne güzel yazıyorsun yahu. Derinden bir of çektirdin şu çay molası verdiğim zamanda. Şimdi ben de işime döneyim, başka birileri kitap alsın, ötekiler yemek yesin, bir başkası adını söyleyemediği kahvelerden sipariş etmeye çabalasın. Dünya dönsün, biz duralım.

  10. […] Ve en ama EN önemlisi bunlar için malzemen hazır olacak, aynen limonatadaki gibi. […]

  11. […] columnist Cetin Altan, named as Lemonade and Boiled Egg (1984) in my daily life. This text guides the view of my life. I’ve also printed out the text and hang it on my cubicles in the office […]

  12. […] text named as Lemonade and Boiled Egg, written by Cetin Altan, in my daily life. The text guides the view of my life. In summary, lemonade could appeal to your taste buds. Making lemonade is […]

  13. […] mı gösteriyor peki? Bence, hayır. O çok daha karmaşık bir kapitalist denklemin doğal sonucu bence. Dahası, Türkiye’nin yarısı kitap okumadığını söylerken, ihtiyaç […]

  14. […] text named as Lemonade and Boiled Egg, written by Cetin Altan, in my daily life. The text guides the view of my life. In summary, lemonade could appeal to your taste buds. Making lemonade is […]

  15. […] gelen bunca fikrin ve sorunun ardından aklıma da ister istemez -yine- Çetin Altan’ın Limonata yazısı düştü. Ne güzel özetlemişti bu halleri […]

Görüşlerinizi paylaşın: