Küçük adam olmak

Küçük, sessiz, farkedilmeyen olabilmek… Şeytanın en sevdiği günahın şehvetine rağmen…

İlkokul yıllarında yaz tatilimin bir bölümü dedemlerin şehrinde geçerdi. Onlarla olmak mı, evden uzak olmak mı yoksa farklı bir ortamda bulunmak mıydı orijinal olan bilmiyorum ama benim için çok keyifli günlerdi onlar.

Giderken bavuluma doldurduğum kitapları bir çırpıda bitirdiğimden dedemlerde ya da konuda komşuda ne bulduysam onlarla devam ederdim.

İşte o şekilde elime geçen kitaplardan biri şu an adını tam hatırlayamadığım (SAS ya da TAY serisi olabilir mi?) siyah kapaklı ‘pulp-fiction’lardan biriydi. Bir ajanın hikayesi.

Romanın bir bölümünde kahramanımız mafya liderlerinin toplantısına onlardan biriymiş gibi sızmayı başarıyordu. Romanda tasvir edilen her mafya üyesi çakı gibi vücuda sahip, bakımlı, pırıl pırıldı. Ama içlerinden bir tanesi iki günlük sakalı, paspal kıyafetleri ve dikkat çekmeyen tavra sahipti.

Esas adam da oydu.

Diğerleri saçına, başına, kılığına, kıyafetine özen göstermekten asıl işlerini ve odaklarını kaybetmişlerdi. Onlar önde olma, bizimkiyse kendini sıradanlaştırma ve işine odaklanma derdindeydi. Bu yüzden de esas yok edilmesi gereken oydu. (bu romanın ismini hatırlayabilen olursa minnetar olurum, senelerdir her fırsatta sahaflarda aranıyorum)

Şu yaşıma dek hatırladığım bu pasaj nedense beni çok etkiledi. O günden beri en çekindiğim şey o parlaklardan biri olmak. Gösterişli olmak, fit olmak, dikkat çekmek, kılık kıyafete, saça başa özen göstermek hep bir zayıflık gibi yer etti aklımda. Hep uzakta, dışarıda, usul, sessiz olmaya çalıştım. Başarılı olabildim mi peki? Bence hayır. Ama kendimi törpülemeye devam ediyorum. Yılmadan!

Yine beni en çok etkileyen şeylerden biri olan Devil’s Advocate (Şeytanın Avukatı) filminden bir pasaj da benzer kırıntılar serper kulağınıza (Al Pacino’nun en iyi rollerinden biridir bana göre):

There’s this beautiful girl just fucked me forty ways from Sunday… We’re done, she’s walking to the bathroom, she’s trying to walk, she turns… She looks… It’s me. Not the Trojan army just fucked her. Little ol’ me. She has this look on her face like: “How the hell did that happen?”

(Şu her pozisyonda evire çevire siktiğim güzel kız… İş bittiğinde sürünerek banyoya giderken dönüp bakar… Benim işte. Biraz önce onu Truva Ordusu değil; BEN sikiyordum. Zavallı, küçük bendeniz. “Nasıl yani?” der gibi bakar suratıma)

Devil’s Advocate, neredeyse bütün repliklerini ezbere bildiğim bir yapıt. Bu yüzden tek bir alıntıyla konuyu kapatamam.

Don’t get too cocky my boy. No matter how good you are don’t ever let them see you coming. That’s the gaffe my friend. You gotta keep yourself small. Innocuous. Be the little guy. You know, the nerd… the leper… shit-kickin’ surfer. Look at me.  Underestimated from day one. You’d never think I was a master of the universe, now would ya?

(Kendini beğenmiş biri olma evlat. Ne kadar iyi olursan ol seni farketmesinler. Bu gaftır dostum. Küçük kalmalısın. Zararsız. Küçük adam ol. Bilirsin işte; inek tipler, cüzzamlılar gibi. Bana bir bak. İlk günden küçümsenmişim. Dünyanın efendisi olduğumu asla düşünmezdin, değil mi?)

ÇOK farklı bir açıdan yaklaşsa da, Edmond Rostand‘ın ‘İstemem Eksik Olsun‘ pasajı da benzer şekilde tınlamaz mı?

Demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın.
Varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar.
Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?

Yine Devil’s Advocate ile bitirelim:

Vanity, is definitely my favourite sin! (Kibir, kesinlikle en sevdiğim günahtır!)

Aynı filmden şu pasajı da koymazsak kurgu eksik kalabilir:

Let me give you a little inside information about God. God likes to watch. He’s a prankster. Think about it. He gives man instincts. He gives you this extraordinary gift, and then what does He do, I swear for His own amusement, His own private, cosmic gag reel, He sets the rules in opposition. It’s the goof of all time. Look but don’t touch. Touch, but don’t taste. Taste, don’t swallow. Ahaha. And while you’re jumpin’ from one foot to the next, what is He doing? He’s laughin’ His sick, fuckin’ ass off. He’s a tight-ass. He’s a sadist. He’s an absentee landlord. Worship that? NEVER!

(Sana Tanrı hakkında biraz bilgi vereyim. O seyretmeyi sever. Muziptir. Düşün bakalım. İnsana içgüdüler verir. Bu sıradışı hediyeyi verdikten sonra ne yapar? Yemin ederim; sırf bu kozmik eğlencesinde kendi zevkini tatmin etmek için tam tersine kurallar koyar. Tüm zamanların en büyük enayiliği. Bak ama dokunma. Dokun, ama tatma. Tat, ama yutma. Hahahaa! Ve sen bir adımdan diğerine koşturup dururken o ne yapar? Götüyle güler. O bir sadisttir. Yerinde olmayan bir evsahibidir. Ona mı tapacağım? ASLA!)

‘Aylak eller şeytanın maşasıdır’ derler ya hani; belki de Orhan Veli’nin kafasında kalmalıyız bütün kinaye ve ironisiyle.

Kimi peygambere inanır;
Kimi saat köstek donanır;
Kimi katip olmuş yazı yazar;
Kimi sokaklarda dilenir.

Karışık bir iş vesselam.
Deli dolu yazar kalem.
Yazdığı da ne? Bir sürü
İpe sapa gelmez kelam.

Bu konulara bir ara tekrar döneceğiz.

Yorumlar

4 yanıt

  1. Ahmet avatarı

    Türkcemizden utanmayip rahatca “sikişmek” fiilini kullanabilmeniz kayda deger dogrusu.

  2. Magnolia avatarı

    Olağan Şüpheliler isimli film de tam bu noktayı vurgular.

    Çok sevdiğim kısa bir hikaye var, üç Çinli kardeşin hikayesi, konuya farklı bir açıdan bakıyor:

    Üç kardeş, üçü de doktor.

    En küçük kardeş, ülkenin her köşesinde tanınan bir doktor. Her türlü hastalığı iyileştiriyor fakat tedavi süreci inanılmaz derecede acılı.

    Ortanca kardeş de en az küçük kardeş kadar iyi bir doktor, tüm hastalıkları iyileştiriyor fakat, tedavi süreci o kadar acılı değil. Ortanca kardeş mucizeler yaratan bir doktor olarak bilinmesine rağmen sadece birkaç şehirde tanınıyor, küçük kardeş kadar meşhur değil.

    Büyük kardeş ilk ikisinden farklı teknikler uyguluyor. Kişiler hastalanmadan onları iyileştiriyor, acısız, sıkıntısız. Büyük kardeşi yaşadığı küçük köyde bile tanıyan yok.

  3. Muharrem Taç avatarı

    Bunu denemek istedim:

    Taksim’deki iyi bir otelde düzenlenen bir bilişim topluluğu davetine sıradan bir kıyafetle katıldım. Sıradan dediysem rüküş de değildim yani.

    Evet yaptım bunu. Sırf amirimiz böyle öneriyor diye.

    Gelenlerin çoğu takım elbiseliymiş ve kimse beni sallamadı açıkçası. Hadi beni sallamadılar, temsil ettiğim topluluğu da adam yerine koymadılar. Nerede hata yaptım amirim?

  4. Güven Sağdıç avatarı

    Ör: Steve Jobs (kot kazak), Ikea’nın kurucusu İngvar Kamprad(hala 1980 model Volvo 240 kullanıyor)

Görüşlerinizi paylaşın: